BİTKİLERDEKİ
YARATILIŞ MUCİZESİ
HARUN YAHYA (ADNAN OKTAR)
YAZAR ve ESERLERİ
HAKKINDA
Harun Yahya müstear
ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve
lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe
Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi
konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri
yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu
külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi,
inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten,
isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar
tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış
olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür,
Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de
hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini kendine rehber
edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek
tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak
"son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal
sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası
olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın
eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan
Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir
yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine,
pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan,
inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi
üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki
etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri
taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların,
artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin
hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra
savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları
çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı
karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler,
Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi
bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan, hidayetlerine
vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli bir hizmet
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri
tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana
getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir
etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve
zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi
gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu
konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının
dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki,
başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden
anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya
üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel
sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise,
dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran
ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır.
Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve
kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili
bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü
rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
OKUYUCUYA
l Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda
evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her
türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve
dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın
imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu
teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani
görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
l Belirtilmesi gereken bir diğer
husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani
konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın
ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile
ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti
bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
l Bu anlatım sırasında kullanılan
samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından
rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde,
kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır.
Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda
anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar
edememektedirler.
l Bu kitap ve yazarın diğer eserleri,
okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı
şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup
okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve
tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
l Bunun yanında, sadece Allah azası
için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da
büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici
yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili
yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik
edilmesidir.
l Kitapların arkasına yazarın diğer
eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede
kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan
hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser
olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir
kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
l Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde
görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara,
mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu
veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
Bu
kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
1. Baskı: Eylül 1999/ 2. Baskı:Haziran 2006 /3.
Baskı:Mart 2007 / 4. Baskı: Haziran 2014
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Kayışdağı
Mah. Değirmen sokak No: 3
Ataşehir
- İstanbul Tel: (0216) 660 00 59
Baskı:
Express Basımevi
Deposite
İş Merkezi A6 Blok No: 309
İkitelli
OSB / Küçükçekmece / İstanbul / Tel: (0 212) 671 61 51
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
İÇİNDEKİLER
Giriş............................................................................................. 8
Bitkilerin
Dünyası..................................................................... 10
Ve Bir Bitki Doğuyor................................................................ 16
Tohumların
Kusursuz Dizaynı.................................................. 52
Doğal
Sondajcılar: Kökler......................................................... 76
Yapraklar ve
Fotosentez............................................................ 86
Eşsiz Dağıtım
Sistemi: Bitki Gövdesi..................................... 122
Bitkilerin
İlginç Özellikleri..................................................... 134
Bitkilerin
Evrimi Senaryosu.................................................... 144
Sonuç....................................................................................... 172
Evrim
Yanılgısı....................................................................... 174
Giriş
Hepimizin ne
olduğunu çok iyi bildiği "tohum" için şöyle bir soru soralım: Ağaç
kabuğu kadar sert bir kabuk içinde bulunan tohumla, bir ağaç kabuğunun farkı
nedir?
Bu tarz
sorular genelde "alışılmadık" sorulardır; çünkü tohum da, ağaç kabuğu
da günlük hayatta birçok uğraşısı olan insan için önemsiz detaylardır. Birçok
insana göre, etrafta düşünülmesi gereken çok daha önemli, çok daha gerekli
şeyler vardır.
Çevresine
sadece yüzeysel gözle bakarak hareket eden kişilerde bu mantık oldukça
yaygındır. Bu insanlar için, herhangi bir konu hakkında yalnızca ihtiyaçları
karşılayacak kadar detay bilmek yeterlidir. Bu sığ mantığa göre etrafta olan
biten her şey alışılagelmiş ve sıradandır, herşeyin mutlaka
"bilinen", "alışılmış" bir açıklaması vardır. Sinek uçar
çünkü kanatları vardır, ay zaten hep gökyüzündedir. Dünya uzaydan gelebilecek
tehlikelerden korunmaktadır çünkü atmosfer vardır. Oksijen dengesi de hiç
bozulmaz. İnsan duyar, görür, koku alır…
Oysa bu
dar mantığı bırakıp da etrafındaki olaylara, her şeyle ilk defa karşılaşan bir
kimse gibi, görüşünü sınırlayan alışkanlık perdesini kaldırarak bakan insan,
önünde çok geniş bir ufkun açıldığını görür. Neden, nasıl, niçin sorularını
daha sık sorarak düşünmeye, etrafında olan bitenleri bu gözle incelemeye
başlar. Daha önceleri kendisine doyurucu gelen açıklamalar yetersizleşmeye
başlar. Çevrede meydana gelen olaylarda, canlıların sahip oldukları
özelliklerde, kısacası her şeyde bir olağanüstülük olduğunu kavramaya başlar.
Düşünmeye başladıkça alışkanlık, yerini hayrete bırakır. Sonunda her şeyin
sonsuz güç, bilgi ve akıl sahip bir Yaratıcı tarafından, üstün ve mükemmel bir
şekilde yaratılmış olduğunu görür. İşte o andan itibaren bu insan, alemlerin
Rabbi olan Allah'ın, yarattığı tüm canlılar üzerindeki kudret ve hakimiyetini anlayabilir:
Şüphesiz,
göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde,
insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve
kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada
üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş
bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler
vardır. (Bakara Suresi, 164)
Bitkilerin Dünyası
Bitkilerin varlığı yeryüzündeki canlılığın devamı için vazgeçilmezdir. Bu
cümlenin taşıdığı önemin tam olarak kavranabilmesi için şöyle bir soru sormak
gerekir: "İnsan yaşamı için en önemli unsurlar nelerdir?" Bu sorunun
cevabı olarak akla elbetteki oksijen, su, besin gibi temel ihtiyaç maddeleri
gelir. İşte tüm bu temel maddelerin yeryüzündeki dengesini sağlayan en önemli
faktör yeşil bitkilerdir. Bundan başka yine yeryüzündeki ısı kontrolünün
sağlanması, atmosferdeki gazların dengesinin korunması gibi, sadece insanlar
için değil bütün canlılar için son derece büyük önem taşıyan başka dengeler de
vardır, ki bütün bu dengeleri sağlayanlar da yine yeşil bitkilerdir.
Yeşil
bitkilerin faaliyetleri sadece bunlarla sınırlı değildir. Bilindiği gibi
yeryüzündeki yaşamın ana enerji kaynağı Güneş'tir. Ancak insanlar ve hayvanlar,
güneş enerjisini doğrudan kullanamazlar, çünkü bünyelerinde bu enerjiyi olduğu
gibi kullanabilecekleri sistemler yoktur. Bu yüzden güneş enerjisi de ancak
bitkilerin ürettiği besinler aracılığıyla, kullanılabilir enerji olarak
insanlara ve hayvanlara ulaşır. Hücrelerimiz tarafından kullanılan enerji
hammaddelerinin tümü, gerçekte bitkiler aracılığıyla bize taşınan güneş
enerjisidir. Örneğin çayımızı yudumlarken aslında güneş enerjisi yudumlarız,
ekmek yerken dişlerimizin arasında bir miktar güneş enerjisi vardır.
Kaslarımızdaki kuvvetse gerçekte güneş enerjisinin farklı formundan başka bir
şey değildir. Bitkiler güneş enerjisini bizim için karmaşık işlemler yaparak
bünyelerindeki moleküllere depolamışlardır. Hayvanlar için de durum insanlardan
farklı değildir. Onlar da bitkilerle beslenir ve bu sayede onların enerji
paketleri haline getirerek depoladıkları güneş enerjisini kullanırlar.
Bitkilerin
kendi besinlerini kendilerinin üretebilmelerini ve diğer canlılardan
ayrıcalıklı olmalarını sağlayan ise, hücrelerinde insan ve hayvan hücrelerinden
farklı olarak güneş enerjisini doğrudan kullanabilen yapıların bulunmasıdır.
Bitki hücreleri bu yapıların yardımıyla, güneşten gelen enerjiyi, insanlar ve
hayvanlar tarafından besin yoluyla alınacak enerjiye çevirirler ve formülü
yapılarında saklı olan çok özel işlemlerle, besinlere bu enerjiyi depolarlar.
Bu özel işlemlerin tümüne birden fotosentez denir.
Bitkilerin
fotosentez yapabilmeleri için gerekli olan mekanizma, daha doğru bir anlatımla
minyatür fabrika, bitkilerin yapraklarında bulunur. Gerekli olan mineralleri ve
su gibi maddeleri taşıyacak son derece özel bir yapıya sahip olan taşıma
sistemi de bitkinin gövdesinde ve köklerinde mevcuttur. Üreme sistemi ise her
bitki türü için yine özel olarak düzenlenmiştir.
Bütün bu
mekanizmaların her birinin kendi içlerinde kompleks yapıları vardır. Ve bu mekanizmalar birbirlerine bağlı olarak
çalışırlar. Biri olmadan diğerleri fonksiyonlarını yerine getiremezler. Örnek
olarak sadece taşıma sistemi olmayan bir bitkiyi ele alalım. Böyle bir bitkinin
fotosentez yapması imkansızdır. Çünkü fotosentez yapması için gerekli olan suyu
taşıyacak kanalları yoktur. Bitki besin üretmeyi başarmış olsa bile bunu
gövdenin diğer bölümlerine taşıyamayacağından bir işe yaramayacak, bir süre sonra
ölecektir. Bu örnekte olduğu gibi bir bitkide bulunan bütün sistemlerin
kusursuz bir biçimde işlemesi zorunludur. Oluşacak aksaklıklar ya da mevcut
yapıdaki bir eksiklik bitkinin işlevlerini yerine getirememesine neden olacak,
bu da bitkinin ölümüyle ve türünün yok olmasıyla sonuçlanacaktır.
İleriki
bölümlerde geniş bir şekilde ele alınacak olan bu yapılar detaya inilerek
incelendiğinde, son derece kompleks ve kusursuz bir düzenin ortaya çıktığı
görülecektir. Yeryüzündeki bitki çeşitliliği de göz önüne alınarak
değerlendirildiğinde, bitkilerdeki bu olağanüstü yapılar daha da dikkat çekici
hale gelecektir.Yeryüzünde 500.000'den fazla bitki çeşidi bulunmaktadır.1 İşte bütün bu bitki türlerinin her
biri kendi içinde özel tasarımlara ve türlerine özgü sistemlere sahiptirler.
Temel olarak hepsinde aynı mükemmel sistemler bulunmakla beraber, üreme
sistemleri, savunma mekanizmaları, renk ve desen açısından benzersiz bir
çeşitlilik söz konusudur. Bu çeşitlilikte değişmeyen tek şey; bitkilerde kurulu
olan genel düzenin işlemesi için bitkideki bütün parçaların (yaprak ve
yapraktaki yapılar, kökler, taşıma sistemleri, kabuk, saplar) ve daha pek çok
mekanizmanın bir anda ve eksiksiz bir biçimde var olması gerektiği gerçeğidir.
Günümüzde
bilimadamları böyle sistemler için "indirgenemez komplekslik"
tanımını kullanmaktadırlar. Nasıl ki bir motor herhangi bir dişlisinin eksik
olması durumunda çalışamaz hale gelirse, aynı şekilde bitkilerde de tek bir
sistemin dahi eksik olması veya sistemin parçalarının görevlerinden birini
yerine getirmemesi de bu bitkinin ölümüne neden olur.
İndirgenemez
komplekslik özelliği, bitkinin bütün sistemlerinde mevcuttur. Aynı anda
bulunması gereken kompleks yapılar ve bu inanılmaz çeşitlilik
"bitkilerdeki mükemmel sistemlerin nasıl ortaya çıktığı" sorusunu
akla getirmektedir. Bu sorunun cevabını bulabilmek için yine sorular sorarak
düşünelim. Bitkilerdeki mekanizmalardan en önemlisi ve en bilineni olan
fotosentez işleminin ve ona bağlı olarak da taşıma sistemlerinin nasıl ortaya
çıktığını düşünelim.
Her an her
yerde gördüğümüz ağaçlar, çiçekler besin üretebilmek için, fotosentez gibi hala
bazı noktaları çözülememiş bir olayı gerçekleştirebilecek kadar mükemmel
sistemleri bünyelerinde kendileri oluşturmuş olabilirler mi? Havadaki gazların
içinden karbondioksiti (CO2), besin yaparken kullanmak üzere bitkiler mi
seçmiştir? Kullanacakları CO2 miktarını kendileri mi belirlemiştir?
Fotosentez için ihtiyaç duydukları maddeleri topraktan alabilmeleri için
gerekli kök sistemini oluşturan mekanizmayı bitkiler tasarlamış olabilirler mi?
Besin taşımada ayrı, su taşımada ayrı özellikte borular olacak şekilde bir
taşıma sistemini bitkiler mi meydana getirmişlerdir?
Bu
soruları çoğaltabiliriz. Ancak her sorunun cevabı aynı noktaya varacaktır.
Bitkilerdeki her ayrıntıda ayrı bir tasarım vardır. Yukarıda bitkilere dair
saydığımız tüm özellikler akıl, bilgi, ölçme ve değerlendirme gibi kavramlar
gerektirdiğinden bitkiler bu sayılanların hiçbirini kendileri yapamazlar.
Dahası, bitkiler böyle bir bilince de sahip değildirler.
Bitkilerin
nasıl ortaya çıktığı sorusuna cevap arayan evrim teorisi savunucuları her
zamanki gibi tek çareleri olan "tesadüfler"e başvurmuşlardır.
Tesadüflerle meydana geldiğini öne sürdükleri bir bitki türünden, yine
tesadüflerle zaman içinde sayısız çeşitlilikte bitkinin ortaya çıktığını, her
türün kendine özgü olan koku, tat, renk gibi özelliklerinin de yine bu
tesadüfler sonucu ortaya çıktıklarını iddia etmişlerdir. Bu iddialarına da
hiçbir bilimsel kanıt getirememişlerdir. Bir yosunun nasıl olup da bir çileğe
ya da bir kavak ağacına veya bir gül ağacına dönüştüğünü evrimciler,
tesadüflerin oluşturduğu şartların bunları farklılaştırması şeklinde
açıklarlar. Oysa bir bitkinin tek bir hücresi dahi incelendiğinde, zaman içinde
küçük değişikliklerle meydana gelemeyecek kadar kompleks bir sistemin olduğu
görülecektir. İşte bitkilerdeki bu kompleks sistem ve mekanizmalar evrimci
mantıkla ortaya atılan tesadüf senaryolarını daha en başından kesin bir biçimde
çökertmektedir. Bu durumda ortaya tek bir sonuç çıkar. Bitkilerdeki her yapı
özel olarak planlanmıştır, var edilmiştir. Bu da bize bu kusursuz planı yapan
üstün bir Aklın olduğunu gösterir. İşte bu üstün aklın sahibi alemlerin Rabbi
olan Allah, kusursuz yaratışının delillerini insanlara göstermektedir. Allah
canlılar üzerindeki hakimiyetini ve benzersiz yaratışını ayetlerde şöyle
bildirir:
Gökleri ve
yeri bir örnek edinmeksizin Yaratandır... (Enam Suresi, 101)
İşte Rabbiniz
olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Her şeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na
kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)
AKILLI
TASARIM yani YARATILIŞ
Kitapta
zaman zaman karşınıza Allah'ın yaratmasındaki mükemmelliği vurgulamak için
kullandığımız "tasarım" kelimesi çıkacak. Bu kelimenin hangi maksatla
kullanıldığının doğru anlaşılması çok önemli. Allah'ın tüm evrende kusursuz ƒ
yaratmış olması, Rabbimiz'in önce plan yaptığı daha sonra yarattığı anlamına
gelmez. Bilinmelidir ki, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah'ın yaratmak için
herhangi bir 'tasarım' yapmaya ihtiyacı yoktur. Allah'ın tasarlaması ve
yaratması aynı anda olur. Allah bu tür eksikliklerden münezzehtir. Allah'ın,
bir şeyin ya da bir işin olmasını dilediğinde, onun olması için yalnızca
"Ol!" demesi yeterlidir. Ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:
Bir şeyi
dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da hemen
oluverir. (Yasin Suresi, 82)
Gökleri ve
yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse,
ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Ve Bir Bitki Doğuyor
Yeryüzündeki
ekolojik dengenin ve canlılığın devamında son derece önemli bir role sahip olan
bitkiler, bu önemle doğru orantılı olarak diğer canlılara kıyasla çok daha
etkin üreme sistemlerine sahiptirler. Bu sayede hiç zorluk çekmeden
çoğalmalarını gerçekleştirirler. Bitkilerin üremesi için kimi zaman bir
bitkinin sapının kesilerek toprağa gömülmesi, kimi zaman da bir böceğin bir
çiçeğe konması yeterli olmaktadır.
Bitkilerin
üremelerinin, işlem olarak son derece basit gibi görünmesine rağmen, içerik
olarak oldukça kompleks olması bilimadamlarını hayrete düşürmektedir.
Ana
Bitkiden Ayrılmayla Başlayan Yeni Bir Hayat
Bazı
bitkiler cinsiyet ayrımı olmadan, tek bir cinsin belirli yollarla çoğalmasıyla
soylarını devam ettirebilirler. Bu gerçekleştirilen çoğalmaya eşeysiz üreme adı
verilir. Bu şekildeki bir üremeden sonra ortaya çıkan yeni nesil kendisini
meydana getiren neslin tıpatıp aynısı olur. Bitkilerdeki en bilinen eşeysiz
üreme şekilleri tomurcuklanma ve parçalara ayrılmadır.
Bazı özel
enzimlerin yardımıyla gerçekleşen bu üreme biçimi (tomurcuklanma veya
parçalanma) pek çok bitkide görülebilir. Örneğin çimenler ve çilekler
"sürgün" denilen yatay uzantılarını kullanarak çoğalırlar. Patates
ise toprağın altında yetişen bir bitki olarak, bu kısımlarda açılan yeni özel
yerlerden (gözelerden) tomurcuklar vererek çoğalır.2
Bazı tür
bitkilerde ise yapraklarından bir bölümünün toprağa düşmesi, yeni bir bitkinin
yetişmesi için yeterli olmaktadır. Örneğin Bryophyllum daigremontianum adlı
bitkinin üremesi yapraklarının ucunda gelişen tomurcuklar sayesinde
gerçekleşir. Bu tomurcuklar yere düşer düşmez, bağımsız birer yeni bitki haline
gelerek, büyümeye başlarlar.3
Begonya
gibi bazı bitkilerde de kopan yapraklar ıslak bir kuma yerleştirildiği zaman,
bir süre sonra küçük yaprakçıkların oluştuğu görülecektir. İşte bu yaprakçıklar
da yine çok kısa bir süre sonra ana bitkinin benzeri olan yeni bitkiyi
oluşturmaya başlarlar.4
Bu
örnekleri de göz önüne alarak; bir bitkinin parça atarak ya da tomurcuklanarak
büyümesi için temelde ne gereklidir? Düşünelim! Bitkilerin genetik yapısına
bakıldığında bu sorunun cevabı kolaylıkla verilecektir.
Bitkilerin
de, diğer canlılarda olduğu gibi, tüm yapısal özellikleri hücrelerindeki
DNA'larda şifrelenmiştir. Yani her bir bitkinin nasıl çoğalacağı, nasıl nefes
alacağı, besinini nasıl sağlayacağı, rengi, kokusu, tadı, içindeki şekerin
miktarı, üreme şekli ve daha bunun gibi birçok bilgi o bitkinin istisnasız
bütün hücrelerinde bulunmaktadır. Bitkinin köklerindeki hücreler yaprakların
nasıl fotosentez yapacağının bilgisine sahiptir ya da yapraklarındaki hücreler
köklerin topraktan suyu nasıl çekeceğini bilirler. Kısacası bitkiden ayrılan
her parçada, bitkinin tamamını oluşturabilecek şekilde bir şifrelenme ve düzenlenme
mevcuttur. Ana bitkinin tüm özellikleri yani genetik olarak bitkiyle ilgili tüm
bilgiler, bitkiden kopan bu küçük parçanın
her hücresinde de eksiksiz olarak bulunmaktadır.5
Bu
sistemle üreyen bitkilerin her parçasında aynı genetik bilginin olması son
derece önemlidir, hatta bu zorunludur. Çünkü bitkinin üremesi sadece bu
sistemin işlemesine bağlıdır. Düşen parçada bitkideki genetik bilgilerin tamamı
olmasa, aynı özelliklerde bir bitki gelişemez. Bunu bir örnekle açıklayalım.
Genetik bilgilerde eksiklik olsa; örneğin bir çileğin rengi ya da içindeki
şeker miktarı, kokusu ile ilgili genetik bilgi yeni düşen parçada olmasa çilek,
çilek olamazdı. Peki öyleyse bitkinin her parçasına, bitkinin tamamını
oluşturabilecek bilgiler eksiksiz olarak nasıl ve kim tarafından
yerleştirmiştir?
Bir
bitkideki tüm bilgilerin eksiksiz bir şekilde bütün hücrelerde aynı olması
ihtimal hesaplarıyla, tesadüflerin yardımıyla elde edilemez. Bu işlemi
gerçekleştiren, bitkinin kendisi ya da topraktaki mineraller ya da başka dış etmenler
de olamaz. Çünkü bunların hepsi bitkiyi oluşturan sistemin bir parçasıdır.
Nasıl ki bir fabrikadaki tüm robotlara aynı üretim bilgisini veren bir mühendis
vardır ve bilgisayarların bu bilgileri tek başına elde etmeleri mümkün
değildir, aynı şekilde bitkilerdeki sistemin her bir parçasının böyle bir
bilgiyi kendi kendine elde etmesi de mümkün değildir.
Yeryüzündeki
tüm canlılarda olduğu gibi, bitkilerin hücrelerine de gerekli bilgileri
yerleştiren, hiç kuşkusuz ki her şeyi
eksiksiz yaratan, her türlü yaratmadan haberdar olan Allah'tır. Allah bu
gerçeğe pek çok ayetinde dikkat çekmiştir:
O, biri
diğeriyle 'tam bir uyum (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman
(olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk (tefavüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz
(uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.
(Mülk Suresi, 3-4)
Görmedin mi,
Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz Allah,
lütfedicidir, her şeyden haberdardır. (Hac Suresi, 63)
Eşeyli
Üreyen Bitkiler
Bitkinin
çiçeğinde bulunan erkek ve dişi üreme organları vasıtasıyla gerçekleşen üreme
şekli, eşeyli üreme olarak adlandırılır. Her çiçeğin şekli, rengi, içerdiği
üreme hücrelerinin kılıfları, taç yaprakları gibi özellikleri bitki türleri
arasında değişiklikler gösterir. Yapılardaki bu çeşitliliğe rağmen bütün
çiçeklerin görevleri temelde aynıdır. Bu görevler; üreme hücrelerini üretmek,
dağıtıma hazır hale getirmek ve kendisine ulaşan diğer üreme hücresinin
döllenmesini gerçekleştirmektir.
Çiçeklerin
açmaya başladıkları dönemde ortaya çıkan polenler, bitkilerin erkek üreme
hücreleridirler. Görevleri, kendi türlerinin çiçeklerindeki dişi organlara
ulaşabilmek ve ait oldukları bitkinin neslinin devamını sağlamaktır.
Her
bitkinin polenlerini göndermek için ise kendine özgü bir yöntemi ya da
kullandığı bir mekanizması vardır. Bitkilerden kimileri böcekleri kullanırlar,
kimileriyse rüzgarın özelliklerinden faydalanırlar. Bitkilerin döllenmesinde
kuşkusuz ki en önemli nokta her bitkinin yalnız kendi türünden olan bir bitkiyi
dölleyebilmesidir. Bu yüzden doğru polenlerin doğru bitkiye gitmesi son derece
önemlidir.
Peki,
özellikle bahar aylarında havada bu kadar çok çeşitte polen dolaşırken, nasıl
olup da döllenmede hiç karışıklık çıkmaz? Polenler uzun yolculuklara ve değişen
şartlara nasıl dayanıklılık gösterirler?
Tüm bu
soruların cevabı polenin yapısı ve dağılma yöntemleri incelendiğinde verilmiş
olacaktır.
Polenlerden
Tohuma Doğru...
Mükemmel ambalajlanmış genler: Polenler
Mükemmel ambalajlanmış genler: Polenler
Polenler
ilk olarak çiçeklerin erkek üreme organlarında üretilirler ve oradan da çiçeğin
dış bölümüne doğru ilerlerler. Buraya ulaştıktan sonra da olgunlaşmaya
başlarlar ve sonraki nesil için döllemeye hazır hale gelirler. Bu polenin
hayatındaki ilk aşamadır.
Öncelikle
polenin yapısına biraz göz atalım. Polen, gözle görülemeyecek kadar küçük bir
mikroorganizmadır (kayın ağacını poleni 2, kabağın poleni ise 200 mikron
büyüklüğündedir) (1 mikron=1/1000mm). İçinde büyük gövdeli bir hücre (vejetatif
hücre) ile iki sperm hücresi (generatif hücre) bulunur.
Polen bir
tür kutuya benzetilebilir. Polenin içinde bitkinin üreme hücreleri vardır. Bu hücrelerin çoğu dış etkenlerden zarar
görmeden canlılıklarını koruyabilmeleri için çok iyi bir şekilde saklanmaları gerekir. Bu yüzden kutunun
yapısı son derece sağlamdır. Kutunun etrafı "sporoderm" diye adlandırılan
bir kabuk tarafından sarılmıştır. Bu kabuğun dış kısmında bulunan ve
"ekzin" olarak adlandırılan tabaka, organik alemin bilinen en
dayanıklı maddesidir ve kimyasal yapısı henüz tam olarak aydınlatılamamıştır.6 Bu madde genel olarak asitlerin ve
enzimlerin yol açtığı bozulmalara karşı çok dirençlidir. Ayrıca yüksek sıcaklık
ve basınçtan da etkilenmez. Görüldüğü gibi, bitkilerin devamlılığı için
varlıkları zorunlu olan polenlerin korunmaları için çok detaylı tedbirler
alınmıştır; polenler adeta özel olarak ambalajlanmışlardır. Bu sayede polenler
hangi metodla taşınırlarsa taşınsınlar, ana gövdelerinden kilometrelerce
uzaklıkta dahi canlılıklarını sürdürebilirler. Polenlerin çok dayanıklı bir
maddeyle kaplanmış olmalarının yanı sıra sayıca çok olmaları da o bitkinin
çoğalmasını garanti altına almış olur.
Polendeki
bu detaylı yapıda da görüldüğü gibi Allah yarattığı her şeyde bize benzersiz
sanatını gösterir ve bunların üzerinde düşünmemizi ister. Buna Kuran'daki pek
çok ayette dikkat çekilmiştir:
Yeryüzünde
birbirine yakın komşu kıtalar vardır; üzüm bağları, ekinler, çatallı ve
çatalsız hurmalıklar da vardır ki, bunlar aynı su ile sulanır; ama ürünlerinde
(ki verimde ve lezzette) bazısını bazısına üstün kılıyoruz. Şüphesiz, bunlarda
aklını kullanan bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Rad Suresi, 4)
Polenlerin,
dölleyecekleri çiçeklere ulaşabilmeleri için genellikle iki farklı yol vardır:
Döllenme işleminin ilk aşaması olan taşınma işlemi, polenlerin bir arının, bir
kelebeğin ya da herhangi bir böceğin vücuduna yapışıp kendilerini
taşıttırmaları veya rüzgarın akışına uygun olarak yol almaları şeklinde
gerçekleşir.
Rüzgara
Yelken Açan Polenler
Yeryüzündeki
pek çok bitki, türünün devamını polenlerini rüzgar vasıtasıyla dağıtarak
sağlar. Birçok açık tohumlu bitki, çam ağaçları, palmiye ve benzeri ağaçlar ve
ayrıca çiçek veren tüm tohumlu bitkiler ile çimensi otların tamamı rüzgarlarla
döllenir. Rüzgar, çiçek tozlarını bitkilerden alıp, aynı türden diğer bitkilere
taşıyarak döllenmeyi gerçekleştirir.
Rüzgarla
döllenme işleminde, halen bilimadamlarının açıklama getirmekte zorlandıkları
pek çok nokta ve cevap bekleyen pek çok soru vardır. Örneğin rüzgarla taşınan
binlerce polen çeşidinden her biri, kendi türüne ait olan bitkinin çiçeğini
nasıl tanımaktadır? Bitkiden fırlatılan polenler hiçbir yere takılmadan nasıl
olup da bu bitkinin dişilik organlarına ulaşırlar? Döllenme ihtimali oldukça düşük olmasına
rağmen nasıl olup da binlerce bitki, üstelik de milyonlarca yıldır bu yolla
döllenmektedir?
İşte bu
soruların cevabını verebilmek için yola çıkan Cornell Üniversitesi'nden Karl J.
Niklas ve ekibi rüzgarla döllenen bitkileri incelemeye almışlardır.
Buldukları sonuçlar son derece şaşırtıcı
olmuştur. Niklas ve ekibi rüzgarla döllenen bitkilerin havadan bol miktarda polen yakalayabilmelerini sağlayan, aerodinamik
çiçek yapılarının olduğunu keşfetmişlerdir.
Bitkilerdeki
bu aerodinamik yapı nedir? Nasıl bir etkisi vardır? Bu soruların cevaplarını
verebilmek için öncelikle "aerodinamik yapı" tanımının açıklanması
gerekir. Havada hareket eden cisimlere hava akımlarından kaynaklanan bazı
kuvvetler etki eder. Aerodinamik kuvvetler olarak adlandırılan bu kuvvetler
sayesinde, hareket etmeyi başarabilen cisimler de "aerodinamik yapıya
sahip cisimler" olarak adlandırılırlar. Rüzgarla polenleşme sistemini kullanan
bazı bitkiler işte bu aerodinamik yapıyı çok etkili bir biçimde kullanırlar. Bu
konudaki en güzel örnek çam kozalaklarının yapısında görülür.
Aerodinamik
Kozalaklar
Karl
Niklas ve ekibinin rüzgarla polenleşmeyi incelemelerine sebep olan sorulardan
belki de en önemlisi, "nasıl olup da havada bu kadar çok çeşitte polen
dolaşırken, bir bitki çeşidinin polenleri başka bir bitki türü tarafından
tutulmamakta ve sadece kendi türünden diğer bitkilere ulaştırılmaktadır"
sorusu olmuştur. İşte bu soru, bilimadamlarını rüzgarla döllenen bitkileri,
özellikle de kozalakları incelemeye yöneltmiştir.
Oldukça
uzun olan yaşam süreleri ve yüksek boylarıyla tanınan kozalaklı ağaçlarda,
kozalaklar erkek ve dişi yapıları oluştururlar. Erkek ve dişi kozalaklar aynı
ağaçta olduğu gibi farklı ağaçlarda da olabilirler. Kozalaklarda, polenleri taşıyan hava akımını kendilerine
çekecek özel tasarlanmış kanallar vardır. Polenler, oluşan bu kanallar
sayesinde üreme alanlarına kolaylıkla gelirler.
Dişi
kozalaklar, erkek kozalaklara göre daha büyüktürler ve tek olarak büyürler.
Dişi kozalakların merkez eksenleri etrafında çok fazla miktarda yaprak benzeri
yapılar olan "sporofil"ler vardır. Bunlar, balık puluna benzeyen
kabuk şeklinde yapılardır. Sporofillerin iç yüzeylerinde iki adet ovül (yumurtanın
oluşturulduğu kısım) bulunur. Kozalaklar polenleşmeye hazır olduğunda bu
kabuklar iki yana açılır. Böylece erkek kozalaktan gelen polenlerin içeri
girmesine olanak sağlanmış olur.
Bundan
başka polenlerin kolaylıkla kozalağın içine girmesini sağlayan özel yardımcı
yapılar da vardır. Örneğin dişi kozalakların pulları yapışkan kıllarla
döşenmiştir. Bu kıllar sayesinde polenler döllenme için kolaylıkla içeri
alınabilmektedirler. Döllenmeden sonra dişi kozalaklar, çekirdek ihtiva eden
odunsu ve derimsi yapılara dönüşürler. Daha sonra çekirdekler de uygun
koşullarda gelişerek yeni bitkileri meydana getirirler. Ayrıca dişi
kozalakların çok şaşırtıcı bir özellikleri daha vardır: Yumurtanın oluştuğu
kısım (ovül) kozalağın merkezine çok yakındır. Bu da polenin bu bölüme ulaşması
için bir zorluk gibi görünmektedir. Çünkü kozalağın iç kısımlarına ulaşabilmek
için, iç eksene açılan özel bir yoldan da geçilmesi gerekmektedir. Bu ilk
bakışta kozalakların döllenmesinde bir dezavantaj gibi görülmesine rağmen,
yapılan incelemeler sonucunda böyle olmadığı anlaşılmıştır..7
Kozalaklardaki
bu özel döllenme sisteminin nasıl işlediğinin bulunabilmesi için bir model
kozalak hazırlanarak deney yapılmıştır. Helyum doldurularak yapılmış
baloncuklar hava akımına bırakılarak hareketleri gözlenmiştir. Bu baloncukların
hava akımını rahatlıkla izleyerek, kozalağın içindeki sıkışık koridorlardan hiç
zorlanmadan geçme özelliğine sahip oldukları anlaşılmıştır.
Daha sonra
bu maket deneyinde gözlemlenen baloncukların hareketleri özel bir fotoğraflama
tekniğiyle görüntülenmiştir. Bir bilgisayar yardımıyla görüntüler analiz
edilerek rüzgarın yönü ve hızı da tespit edilmiştir.
Bilgisayardan
elde edilen sonuçlara göre, kozalakların rüzgarın doğrusal hareketini üç
şekilde değiştirdiği anlaşılmıştır. İlk olarak rüzgarın yönü dallar ve
yapraklar vasıtasıyla merkeze doğru döndürülmüştür. Daha sonra bu bölgedeki
rüzgar kıvrılarak yumurtanın oluşturulduğu bölgeye doğru sürüklenmiştir. İkinci
harekette, kabukçukların tümünü yalayan rüzgar sanki bir girdaptaymış gibi
dönerek kozalağın iç eksenine doğru açılan bölgeye yönelmiştir. Üçüncüsünde ise
kozalak, çıkıntıları sayesinde çalkantıya neden olarak, rüzgarı aşağıya doğru
döndürerek kabuklara yönlendirmiştir.
İşte bu
hareketler sayesinde havada uçuşan polenler çoğunlukla hedeflerine
ulaşmaktadırlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta hiç kuşkusuz ki,
birbirini tamamlayan üç aşamanın olması ve bunların mutlaka bir arada olması
gerektiğidir. Kozalaklardaki yapının mükemmelliği işte bu noktada ortaya çıkmaktadır.
Evrim
teorisi tüm canlılarda olduğu gibi bitkilerde de aşamalı olarak, zaman içinde
bir gelişim olduğunu iddia eder. Bitkilerdeki kusursuz yapıların sebebi
evrimcilere göre tesadüflerdir. Bu iddianın geçersizliğini görmek için sadece
kozalaklardaki üreme sisteminin sahip olduğu kusursuz yapıyı incelemek yeterli
olacaktır.
Üreme
sistemi olmadan bir canlının neslini devam ettirmesi mümkün değildir. Bu
kaçınılmaz gerçek elbette ki çam ağacı ve kozalakları için de geçerlidir. Yani,
kozalaklardaki üreme sisteminin çam ağaçlarının ilk ortaya çıkışı ile birlikte
var olması zorunludur. Kozalaklardaki bu mükemmel yapının var oluşunda ise
kendiliğinden kademeli oluşma gibi bir süreç imkansızdır. Çünkü rüzgarı
kozalağa yönlendiren yapının, daha sonra bu rüzgarı kanala yönelten ayrı bir
yapının ve en sonunda da yumurtanın olduğu bölüme ulaştıran kanalın her birinin
eksiksizce aynı anda ortaya çıkmış olmaları gerekmektedir. Bu üç yapıdan
birinin eksikliği durumunda, bu üreme sisteminin çalışması mümkün değildir.
Kaldı ki kozalaktaki yumurta hücresinin ve onu dölleyecek olan sperm
hücrelerinin kendiliklerinden tesadüfen oluşabilmelerinin imkansızlığı da evrim
teorisi açısından apayrı bir çıkmazdır.
Tek bir
parçasının dahi tesadüflerle var olması imkansız olan böyle bir sistemin tüm
parçalarının aynı anda tesadüflerle ortaya çıkması, imkansız kavramının dahi
ötesinde bir durumdur. Bu durum da evrim teorisinin tesadüfen oluşum
iddialarını her yönüyle geçersiz kılmaktadır. Dolayısıyla, şu çok açık bir
gerçektir ki, kozalaklar ilk ortaya çıktıkları andan itibaren, eksiksiz bir
şekilde bu kusursuz sistemle birlikte
Allah tarafından yaratılmışlardır.
Çam
ağaçlarının, polenlerin yakalanmasını hızlandıran daha başka özellikleri de
vardır. Örneğin yumurta hücrelerinin içinde bulunduğu dişi kozalaklar
genellikle dalların ucunda oluşur. Bu da polenlerin kaybını en aza indirir.
Bundan başka çam kozalağının etrafındaki yapraklar, hava akımının hızını
azaltarak kozalak üzerine daha fazla polen düşmesine yardım ederler. Kozalak
etrafındaki yaprakların simetrik dizilişi de, herhangi bir yönden gelen
polenlerin kolaylıkla tutulmasına yardımcı olur.
Tüm
polenlerde olduğu gibi çam polenlerinin de türlere göre farklı biçimleri,
büyüklükleri ve yoğunlukları vardır. Bu
sayede her polen hava akımından değişik yönde etkilenmiş olur. Örneğin, bir
türün polenleri, başka bir türün kozalağının oluşturduğu hava akımlarını
izleyemeyecek bir yoğunluğa sahiptir. Bu sebeple kozalağın oluşturduğu akımın
dışına çıkarak toprağa düşerler. Bütün kozalak çeşitleri kendi türlerinin
polenlerine en uygun hava akımını oluştururlar. Kozalakların bu özelliği sadece
polenleri tutmaya yaramaz. Hava akımının meydana getirdiği bu filtre özelliğini
bitkiler çok değişik işler için de kullanırlar. Örneğin bu yöntem sayesinde
dişi kozalaklar, yumurta hücrelerine zarar verebilecek mantar polenlerinin
yönünü de değiştirebilirler.
Bitkiler
tarafından havaya rastgele atılan polenlerin kendi türdeşlerine ulaşabilmesi
için alınan önlemler sadece bunlarla sınırlı değildir. Bitkinin polenlerinin
ihtiyaçtan çok daha fazla miktarda üretilmesi de, polenleşme işlemini bir yere
kadar güvence altına almış olur. Çeşitli sebeplerle oluşabilecek polen
kayıpları bu sayede bitkiyi etkilemeyecektir. Örneğin çam ağaçlarındaki her bir
erkek kozalak yılda 5 milyondan fazla polen üretirken, tek başına bir çam ağacı
ise yılda 12.5 milyar civarında polen üretmektedir ki bu, diğer canlıların
üreme hücreleriyle karşılaştırıldığında son derece olağanüstü bir sayıdır.8
Bununla
birlikte rüzgarla taşınan polenlerin önünde daha pek çok engel vardır.
Bunlardan biri de yapraklardır. Polenler havada uçuşmaya başladıkları sırada,
yapraklara takılıp kalmalarını engellemek için bazı bitkilerde (fındık, gürgen,
ceviz vs) çiçekler yapraklardan önce açarlar. Bu sebeple polenleşme yaprakların
henüz gelişmedikleri bir zamanda gerçekleşmiş olur. Buğdaygillerde ve
çamgillerde ise polenleşmenin kolaylıkla gerçekleşebilmesi için çiçekler
bitkinin uç kısımlarında bulunmaktadır. Böylelikle yapraklar polenin hareketine
bir engel teşkil etmemiş olurlar.
Alınan bu
önlemlerle polenler oldukça uzak mesafelere kadar gidebilirler. Bu uzaklık
bitkinin türüne göre değişir. Örneğin üzerlerinde hava kesecikleri bulunan
polenlerin katedebildikleri mesafe, diğer türlere göre çok daha fazla olabilir.
2 tane hava keseciği taşıyan çam polenlerinin yüksek hava akımları ile 300 km
kadar uzağa taşınabildiği belirlenmiştir.9 Bununla birlikte asıl önemli olan
nokta, havada uçan binlerce çeşit polenin bazen kilometrelerle ifade edilen bir
uzaklığa, aynı rüzgarlarla taşınması ve bir karışıklık çıkmamasıdır.
Polenler
hedefe kilitleniyor
Rüzgar
yoluyla döllenen bitkilerin bu hayret uyandırıcı özelliklerini daha iyi
anlayabilmek için, şöyle bir örnekle kıyas yapabiliriz:
Roketlerin
hedeflerine varabilmeleri için belirli bir rotayı izlemeleri gerekir. Bu yüzden
de roketin her türlü tasarımı, hedefe ulaşmasını sağlayacak şekilde titiz
hesaplamalarla yapılmalıdır. Roketin özellikleri, motor kapasitesi, uçuş hızı
gibi roket ile ilgili ve yağış, rüzgar, yoğunluk gibi hava şartlarıyla ilgili
konular detaylı olarak programlanmalıdır. Ayrıca hedef bölgenin yapısı ve ortam
şartları da en ince ayrıntısına kadar bilinmelidir. Üstelik bu saptamaların
hassas ölçümlerle yapılması gereklidir. Aksi takdirde roket, rotasının dışına
çıkar ve hedefe ulaşamaz. Hedefe kilitlenen bir roketin görevini başarıyla
tamamlayabilmesi için birçok mühendis çok detaylı düşünerek hareket etmelidir.
Belli ki hedefe kilitlenmedeki başarı, ekibin yoğun çalışmalarının, ince hesaplamaların
ve kullanılan üstün teknolojinin bir ürünü olacaktır.
Kozalaklardaki
kusursuz üreme sistemlerinde de, roketlerin hedefe kilitlenmelerine benzer
biçimde, her şey çok ince planlamış, son derece hassas ayarlamalar yapılmıştır.
Hava akımının yönü, kozalakların yoğunluk farkları, yaprakların biçimi gibi pek
çok detay, özel olarak tasarlanmış ve bitkilerin üreme planı bu bilgilere göre
kurulmuştur.
Bitkilerdeki
bu detaylı yapıların varlığı, akla yine bu mekanizmaların nasıl oluştuğu
sorusunu getirecektir. Bu soruya yine bir soruyla cevap verelim. Kozalaklardaki
bu yapı tesadüflerin eseri olabilir mi?
Roketlerdeki
sistem uzun yıllar süren çalışmalar sonucunda, akıl ve bilgi sahibi, bu konuda
uzmanlaşmış mühendislerin yoğun çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu konuda
kimsenin bir şüphesi yoktur. Roketlerle hemen hemen aynı çalışma sistemine
sahip olan kozalaklardaki kompleks yapılar da aynı şekilde özel olarak
tasarlanmıştır. Bir roketin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek, rasgele bir rota
tutturduğunu söylemek ne derece mantıksız bir iddia olacaksa, benzer şekilde
hedefe kilitlenmiş olarak hareket eden polenlerin olağanüstü hareketlerinin ve
kozalaklardaki detaylı yapının da tesadüflerle ortaya çıkmış olduğunu söylemek
aynı derecede mantıksız bir iddia olacaktır.
Aynı
şekilde polenlerin bu yolculukta ayrı yollarını bulabilecek yeteneğe ve bilgiye
sahip olma ihtimalleri de elbetteki imkansızdır. Sonuç olarak polen bir
hücreler topluluğudur. Daha da derinine inersek şuursuz atomlardan oluşan bir
varlıktır. Polende böyle bir yeteneği ortaya çıkaracak bir şuur aramak mümkün
değildir. Kuşkusuz bir kozalağın böylesine detaylı bilgilerle dolu bir sistemi
kullanarak döllenebilmesi ancak sonsuz bilgi ve kudret sahibi olan Allah'ın
mükemmel yaratması ile gerçekleşmektedir.
Çam
ağaçlarının döllenmesindeki başka bir önemli nokta da, rüzgarların kontrol
altında tutuluyor olmasıdır. Rüzgarların kendilerine verilen taşıma görevini
kusursuz bir şekilde yerine getirmeleri de hiç kuşkusuz ki yine alemlerin Rabbi
olan Allah'ın, gökten yere her işi evirip çevirmesi sayesindedir. Allah bu durumu bir ayetinde şu şekilde
bildirir:
Ve
aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik... (Hicr Suresi, 22)
Yeryüzündeki
tüm bitki türleri istisnasız olarak bu işlemleri gerçekleştirmektedirler. Her
bir tür kendi yapması gerekenleri, ilk ortaya çıktığı andan itibaren
bilmektedir. Rüzgar akımının yardımı ile gerçekleşen bu olay, başarıya ulaşması
oldukça zor ihtimallere dayanmasına rağmen milyonlarca yıldır hiçbir aksama
olmadan devam etmektedir. Görüldüğü gibi her şey çok yerli yerinde ve mükemmel
bir zamanlama ile gerçekleşmektedir. Çünkü bu mekanizmaların her biri, bir
bütün olarak ve aynı zaman dilimi içinde bir arada işlemek zorundadır. Bir
tanesinin eksikliği veya işlememesi durumunda bitkinin soyunun tükenmesi
kaçınılmazdır.
Ne bir
parçasında ne de bütününde kendilerinden kaynaklanan bir akıl, irade ya da
bilinç bulunmayan bu sistemler, çok açıktır ki hepsini her an kontrolü altında
tutan, her şeyi en ince ayrıntısıyla planlayan, sonsuz bir güç ve bilgi sahibi
olan Allah'ın emri ve yaratması ile bu inanılmaz olaylarda rol oynamaktadırlar. Canlı cansız
her şeyin ve her olayın meydana gelmesi Allah'ın her an yaratması ile
gerçekleşmektedir. Allah bu sırrı bir ayetinde insanlara şöyle bildirmektedir:
Allah, yedi
göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan
iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın
ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
Konuyla ilgili
şöyle bir örnek daha verebiliriz: Her ayrıntının düşünülerek hazırlandığı,
hatasız çalışan bir teknolojik alet, bir fabrika veya bir bina gördüğümüzde
bunların planlayıcılarının olduğundan hiç kuşku duymayız. Tüm bunların bilinçli
kişiler tarafından yapıldığını ve her aşamasında mutlaka bir denetim olduğunu
da biliriz. Hiç kimse çıkıp da bunların
kendi kendilerine zamanla oluştukları gibi bir iddiada bulunmaz. Planlayan
kişinin aklını ve sanatını yaptığı işler oranında takdir ederiz, saygı duyarız,
ondan övgüyle bahsederiz.
İşte
yeryüzündeki tüm canlılar da çok hassas dengelere bağlı olarak, her detayı ince
ince planlanmış sistemlerle birlikte yaratılmışlardır. Bunu istisnasız başımızı
çevirdiğimiz her yerde görürüz. Bütün canlılar bize kendilerini yaratan Allah'ı
tanıtırlar. Hiç kuşkusuz ki burada övülmeye layık olan, tüm canlıları sahip
oldukları yeteneklerle yaratan Allah'tır. Yeryüzündeki her şey gibi tüm
bitkiler de Allah'ın özel olarak yarattığı sistemler sayesinde varlıklarını
sürdürmektedirler, yani O'nun kontrolündedirler:
Göklerde ve
yerde her ne varsa O'nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan
(Gani)dır, övülmeye layık olandır. (Hac Suresi, 64)
Gaybın
anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve
denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin
karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey)
apaçık bir kitaptadır. (Enam Suresi, 59)
Polen
Taşıyıcıları İş Başında
Bazı bitki
türlerinin, polenlerini böcekler, kuşlar, arılar ve kelebekler gibi hayvanlara
taşıtarak ürediklerinden bahsetmiştik.
Polenlerini
hayvanlara dağıttıran bitkilerle bu dağıtımda görev alan hayvanların
aralarındaki ilişkiler gözlemcileri hayrete düşürmektedir. Çünkü bu canlılar
karşılıklı bir alış-verişi gerçekleştirmek için, birbirlerini etkileyecek ve
cezbedecek yöntemleri ustaca kullanırlar. Önceleri, genel bir kanaat olarak
bitkilerin hayvanlarla olan ilişkilerde fazla rollerinin olmadığı zannedilirdi.
Oysa araştırmalar bu kanaatin tam tersi bir sonucu ortaya koydu: Bitkiler
hayvanlardaki tavır ve davranışları doğrudan etkilemektedirler.
Örneğin
bitkilerdeki renk sinyalleri kuşlara ve diğer hayvanlara hangi meyvelerin
olgunlaşıp yayılmaya hazır olduğunu haber verir. Çiçeklerin rengi ile
bağlantılı olan nektar miktarları da, dölleyicinin çiçek üzerinde daha uzun
kalmasını sağlayarak döllenme ihtimalini artırır. Özel çiçek kokuları da doğru
dölleyicileri tam gerekli zamanda çeker. Bitkiler hayvanları etkilemede çok
aktif bir rol oynarlar. Kullandıkları özel stratejilerle polenlerini taşıyacak
hayvanları mükemmel bir şekilde yönlendirirler.10
Bunlardan
başka bitkiler amaçlarına ulaşabilmek için kimi zaman da yanıltıcı yöntemler
kullanırlar. Tozlaşmayı sağlayacak olan hayvan genellikle bitkinin kurmuş
olduğu tuzağa düşer ve böylelikle bitki hedefine ulaşır.
Bitkilerin
Kullandıkları Yöntemler:
Renk, Şekil ve Koku İletişimi
Renk, Şekil ve Koku İletişimi
Polen
taşıyıcısı hayvanlar için renkler, çiçeklerin ne kadar uzakta olduğunu belli
etmekle beraber, çiçekte nektar olup olmadığını da haber verirler. Dölleyici
böcekler yakınlara geldiğinde çiçekte koku ve şekil gibi uyarıcı sinyaller
belirir ve böceğe nektar bölgesine kadar yol gösterir. Çiçeklerdeki renk
çeşitliliği dölleyiciyi, nektarın olduğu merkeze yöneltir ve döllenmeyi sağlar.11
Bitkiler
de sahip oldukları bu renklerin rehberliğinden haberdardırlar. Hatta bu
özelliği son derece şuurlu bir şekilde kullanarak hayvanları aldatırlar. Bazı
bitkiler, böcekleri kendilerine çekebilecek nektarları olmadığı halde nektar
taşıyan çiçeklerin renk özelliklerine sahiptirler. Akdeniz ikliminde bulunan
ormanlık bölgelerde bir arada yaşayan Mor Çan çiçekleri ile bir orkide türü
olan Kırmızı Sefalanda bitkisi bu konuya güzel bir örnek oluşturur. Mor Çan
çiçekleri arılar için cezbedici bir nektar salgılarken, Kırmızı Sefalanda bu
işlemi yapacak özelliklere sahip değildir. Her bakımdan birbirinden farklı olan
bu iki bitkinin döllenmesini sağlayanlar ise yöresel adı "yaprak
kesen" olan yaban arılarıdır. Yaprak kesen arılar, Çan çiçeğinin
döllenmesini sağlarken Kırmızı Sefalandayı da dölleme ihtiyacı duyarlar.
Nektarı olmadığı halde bir bitkiyi dölleyen arılar bilimadamlarının ilgisini
çekmiş ve bunun nedenini araştırmışlardır.12
Bu sorunun
yanıtı "spektrofotometre" olarak adlandırılan bir alet ile yapılan
araştırmalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Buna göre çiçeklerin saçtığı ışınların
dalga boylarını, yaprak kesen arıların seçemediği anlaşılmıştır. Yani insanlar
Mor Çan çiçeği ile Kırmızı Sefalanda'nın saçtığı ışınların dalga boylarını
ayırt edip, çiçekleri ayrı renklerde görebildikleri halde, yaban arıları bunu
fark edemezler. Renk, polen yayıcılar için önemli bir faktör olduğundan nektar
salgılayan Çan çiçeğine giden arı, onun yanında bulunan ve aynı renkte gördüğü
ancak nektarı olmayan Kırmızı Sefalanda orkidesini de ziyaret ederek döllenmeyi
sağlar. Görüldüğü gibi bu orkide, Çan çiçeği ile olan "gizli
benzerliği" sayesinde neslini devam ettirebilmektedir.
Bazı bitki
türleriyse çiçeklerinin rengini değiştirerek polen durumları hakkında böcekleri
adeta haberdar ederler. Bu konuyla ilgili şöyle bir örnek verebiliriz:
Doğa
bilimci Fritz Müller bir mektubunda Brezilya ormanlarında yetişen Lantana adlı
bir bitkiden bahsediyordu:
Üç gündür
renk değiştiren bir Lantana çiçeği var burada. İlk gün sarıydı, ikinci gün
turuncu ve üçüncü gün mor. Çeşitli kelebekler bu çiçeği ziyaret etti.
Görebildiğim kadarıyla mor çiçeklere hiç dokunulmadı. Bazı böcekler
hortumlarını hem sarı hem de turuncu çiçeklere soktular, diğerleri birinci gün
sarıya. Ben bunun ilginç bir durum olduğunu düşünüyorum. Eğer çiçekteki nektar
ilk günün sonunda azalırsa çiçek çok daha az fark edilir duruma gelir; eğer
rengi değişmezse kelebekler hortumlarını daha önce döllenmiş olan çiçeklere
sokarak vakit kaybedeceklerdi.13
Müller'in
de gözlemlediği gibi çiçeğin renginin değişmesi hem bitkinin hem de
dölleyicinin yararınadır. Çiçeklerinin rengi değişen bitkiler, çiçekleri genç
olduğunda dölleyicilere bol miktarda nektar ikram ederler. Çiçekler yaşlandıkça
yalnızca renklerini değiştirmekle kalmaz, ayrıca daha az nektar barındırırlar.
Böylece dölleyiciler nektarı olmayan veya az miktarda nektarı olan, bu yüzden
de rengi değişen meyvesiz bitkilere gitmeyerek enerji tasarrufu sağlamış
olurlar.
Bitki
tarafından bir böceği veya kuşu cezbetmek amacı ile kullanılan yöntemlerden bir
diğeri de çiçeklerin yaydıkları kokulardır. Bizim sadece hoşumuza giden çiçek
kokuları, aslında böcekleri cezbetmek için salgılanır. Çiçeğin yaydığı koku da
etraftaki böcekler için yol gösterici rehber özelliğine sahiptir. Kokuyu alan
böcek, bu kokunun kaynağında kendisi için lezzetli bir nektarın birikmiş
olduğunu fark eder. Karşılıklı gerçekleşen bu haberleşme ile böcek, duyduğu
kokunun kaynağına doğru yol alır. Böcek çiçeğe ulaştığında nektarı almak için uğraşacak
ve polenler üzerine yapışacaktır. Aynı böcek, uğradığı başka bir çiçeğe daha
önce yapışan polenleri bırakacak ve bu sayede bitkinin döllenmesi gerçekleşmiş
olacaktır. Böceğin, yaptığı bu önemli işten haberi bile yoktur. O yalnızca
kokusunu aldığı nektara ulaşmak amacındadır.
Bitkilerin
Yanıltıcı Yöntemleri
Bazı
bitkilerin yanıltıcı yöntemler kullandıklarından bahsetmiştik. Bu bitki türleri
böcekleri cezbedecek nektara sahip değildirler. Bu tür bitkiler böceklere olan
benzerliklerden faydalanarak döllenirler. Bir orkide türü (mirror orchid)
arıları etkileyebilmek için dişi bir arının şekline ve rengine sahiptir. Hatta
bu orkide türü erkek arıları daha kolay cezbedebilmek için uygun bir kimyasal
uyarı yayıp, etkileyici bir feromon (özel bir salgı) bile üretebilmektedir.
Kıbrıs Arı
Orkidesi (Cyprus bee orchid) de döllenme işleminin gerçekleşmesi için
arı taklidi yapan çiçeklerden başka bir tanesidir. Bu yöntemi kullanan
orkidelerin sayısı oldukça fazladır ve izledikleri yöntemler de birbirlerinden
farklıdır. Kimisi başı yukarı kalkık dişi bir arının taklidini yaparken,
kimisinin de başı aşağı doğru eğiktir. Örneğin Sarı Arı Orkidesi ikinci yöntemi kullanır. Bunun nedeni
döllenme şekillerindeki farklılıklardır.14
Dişi arı
taklidi yapan bir diğer orkide türü de Korsan Arı Orkidesi'dir. Bu orkideler
dişi arıların dış görünüşlerini o kadar mükemmel taklit ederler ki sadece erkek
arılar bu orkidelerle ilgilenir. Dişi arılar bu orkidelerle hiç ilgilenmezler.
Orkide familyasının bazı üyeleri ise arılara verecek nektarları olmasa da
arıları kendilerine çekmeyi başarırlar. Yine dişi arı taklidi yapıp çekici bir
koku salgılayarak erkek yaban arısının çiçeğin alt bölümünde yer alan kısmına
konmasını sağlarlar. Çiçeğe konan yaban arısı çiftleşmeye çalışır ve sonuçta da
çiçeğin üzerindeki polenleri vücuduna bulaştırır. Bu kandırmaca sonucunda da
vücuduna yapışan polenleri aynı amaçla konduğu bir başka orkide çiçeğine taşır.15
Hayvanların
dişilik özelliğini taklit eden bir başka bitki de Çekiç Orkidesidir. Güney Avustralya'da
yetişen bu orkidenin üreme mekanizması hayret uyandıracak kadar ilginçtir. Kalp
şeklinde tek bir yaprağa sahip olan Çekiç Orkideleri tıpatıp yaban arısı
dişisine benzerlik gösterirler. Bu yaban arılarının sadece erkekleri uçarken,
dişileri kanatsız olup zamanlarının büyük bir kısmını toprağın altında
geçirirler. Dişi yaban arıları çiftleşme zamanı geldiği zaman, erkek arıların
onlara kolay ulaşması için toprağın altından çıkarak Çekiç Orkidesine
tırmanırlar. Orkideye çıktıklarında çiftleşmek için bir koku salgılarlar ve
erkek arının gelmesini beklerler.
Erkek
yaban arılarının özelliğiyse orkidelere dişi arılardan iki hafta önce zaten
gelmiş olmalarıdır. Bu son derece ilginç bir durumdur. Çünkü ortada dişi yaban
arıları yoktur ama dişi yaban arılarına tıpatıp benzeyen ve döllenmeyi bekleyen
orkideler vardır. Ve erkek yaban arıları orkideye geldiklerinde, dişi arıların
yaydığı kokunun benzeri ile karşılaşırlar. Çünkü orkide, dişi arıların kokusuna
benzer bir koku yaymaktadır. Bu kokunun da etkisi ile birlikte erkek arılar
orkidenin yaprağına konarlar. Orkide, yaprağının bir bölümünü hareket ettirerek
arının kendi üreme organına düşmesini sağlar. Arı çiçekten kurtulmaya
çalışırken bu sırada polen yüklü iki kesecik kafasının arkasına ve sırtına yapışır.
Böylece arı başka orkidelere gittiğinde, sırtına yapışan polenler diğer
orkidelerin döllenmesini sağlar.16 Görüldüğü gibi Çekiç Orkidesi ve
arı arasında son derece uyumlu bir ilişki söz konusudur. Bu uyum bitkilerin
üreyebilmesi için son derece önemlidir. Çünkü başarılı bir polenleşmenin
sağlanamaması, yani böcekten gelen polenlerin aynı türde bitkiye iletilmemesi
durumunda döllenme gerçekleşmeyecektir.
Çekiç
Orkidesi ve yaban arıları arasındaki bu uyumun doğada pek çok örneği vardır.
Çiçeklerin yapılarındaki farklılıklar bazen bu uyumlu ilişkinin sebebi
olabilmektedir. Örneğin bazı çiçeklerin içine girebilmek bazı böcekler için son
derece kolaydır, çünkü çiçeğin polenlerinin bulunduğu kısım açıktır, bu
bölümden böcekler ve arılar kolaylıkla girip polenlere ulaşabilirler. Bazı
bitkilerde ise sadece belirli hayvanların girebileceği büyüklükte bir nektar
girişi vardır. Mesela arılar bazı durumlarda çiçekteki nektara ulaşmak için bu
aralıklardan kendilerini içeri doğru iterler. Oysa arıların kolaylıkla yaptıkları
bu işlemi yapmak başka canlılar için çok zor, hatta imkansızdır.
Normal
çiçeklerden daha uzun çiçek tacı tüplerine sahip olan bitkilerdeyse ağız
yapıları sebebiyle arılar ve bazı böcekler bu bitkileri dölleyemezler. Sadece
gece kelebekleri ve güveler gibi uzun dilleri olan böcekler, uzun çiçek tacı
tüplerine sahip olan bu çiçekleri dölleyebilirler.17
Bütün
örneklerde de görüldüğü gibi bazı çiçeklerin yapılarına tıpatıp uygun bir vücut
yapısına sahip olan böceklerle bu çiçekler arasında son derece kusursuz bir
uyum vardır.
Bir kilit
ve anahtar ilişkisi şeklinde olan bu uyumun evrimcilerin iddia ettikleri gibi
tesadüflerle elde edilmesi imkansızdır. Kaldı ki bu uyumun tesadüflerle meydana
gelmesini beklemek yine evrimcilerin savunduğu doğal seleksiyon mantığıyla
çelişir. Çünkü evrimcilerin doğal seleksiyon iddialarına göre, çevreye adapte
olamayan bir canlı ya kendisinde yeni mekanizmalar oluşturmalı ya da yavaş
yavaş yok olmalıdır. Bu durumda doğal seleksiyon mekanizmasına göre bu bitkiler
özel çiçek yapıları nedeniyle taşıyıcı böcekler tarafından döllenemeyecekleri
için yok olacaklardır veya çiçeklerinin şeklini değiştirmek zorunda
kalacaklardır. Yine aynı şekilde ağız yapıları sebebiyle sadece bu çiçekleri
dölleyebilen böcekler de, ya besin bulamadıkları için yok olacaklardı ya da
besin toplamakta kullandıkları organlarının yapısını değiştireceklerdi.
Oysa uzun
çiçek tacı olan bitkilere ya da diğer bitkilere baktığımızda herhangi bir
adaptasyonun, yani değişikliğin ya da başka bir ek mekanizmanın oluşmadığını
görürüz. Aynı şekilde kelebekler ve güveler gibi canlılarda herhangi bir
adaptasyon görülmemektedir.
Bu
çiçekler de, onları dölleyen taşıyıcılar da çok uzun yıllardan bu yana
yaşamlarını aynı uyum içerisinde sürdürmektedirler.
Buraya
kadar anlatılanlar, birkaç ayrı türdeki bitkinin nesillerini sürdürebilmeleri
için başvurdukları yöntemlerin kısa birer özeti idi. Herhangi bir biyoloji
kitabında tüm detaylarını bulacağınız bitkilerin tozlaşması işleminin sebepleri
hakkında aynı kaynaklar doyurucu bir açıklama getiremezler. Çünkü yapılan her
işlemde, bitkiye mal edemeyeceğimiz düşünme, akletme, karar verme, hesap etme
gibi özellikler ön plandadır. Oysa bir bitkinin bu fiilleri gerçekleştirecek
bir şuurunun olmadığını hepimiz biliriz. Eğer bitkinin tüm bu işlemleri kendi
iradesiyle yaptığını söylersek bakın nasıl bir senaryo çıkar karşımıza:
Bitki,
aerodinamik yapısının rüzgar ile tozlaşmaya uygun olduğunu "hesap
eder" ve ondan sonra gelen her nesil aynı yöntemi kullanır. Diğerleri ise
rüzgardan yeterince faydalanamayacaklarını "anlar" ve bu nedenle
tozlaşma için böcekleri kullanırlar. Çoğalabilmek için böcekleri kendilerine
çekmeleri gerektiğini "bilir", bunu sağlamak için çeşitli yöntemler
denerler. Öncelikle böceklerin nelerden hoşlandığını tespit ederler. Bu tespiti
yapabilmeleri için böcekleri gözlemlemeleri, çeşitli araştırmalar yapmaları
gerekmektedir. Hangi nektarın ve kokunun hangi böcek üzerinde etkili olduğunu
bulduktan sonra çeşitli kimyasal işlemler yaparak kokular üretirler ve bunu tam
gerektiği zamanı belirleyerek salgılarlar. Nektarı böcekler için cazip kılan
tadın, içindeki maddelerin miktarını tesbit eder ve bunu da kendileri
üretirler. Nektar ve koku böcekleri kendilerine çekmede yeterli olmuyorsa
düşünüp başka bir yöntem denemeye karar verir ve böyle durumlarda
"aldatıcı taklitler" yaparlar. Dahası kendi türlerinden başka bir
bitkiye ulaşacak olan polenlerin boyutlarını ve gideceği mesafeyi "hesap
eder" ve buna göre en uygun şekilde ve en uygun zamanda polenlerini üretirler.
Polenlerin yerine ulaşmasını engelleyebilecek ihtimalleri "düşünür"
ve bunlara karşı "önlemler alırlar."
Elbette
böyle bir senaryonun gerçekleşmesi mümkün değildir, hatta bu senaryo tamamen
mantık kurallarına aykırıdır. Bütün bunlar sıradan bir bitki tarafından gerçekleştirilemez.
Çünkü bir bitki akledemez, zaman ayarı yapamaz, ebat ve şekil tesbit edemez,
rüzgarın hızını ve yönünü hesaplayamaz, döllenebilmek için ne tip yöntemlere
ihtiyacı olduğunu kendisi belirleyemez, hiç tanımadığı bir hayvanı cezbetmesi
gerektiğini düşünemez, üstelik bunu sağlamak için nasıl yöntemler kullanacağına
karar veremez.
Bu
detaylar ne kadar çoğaltılırsa çoğaltılsın, hangi yönden yaklaşılırsa
yaklaşılsın, ne gibi mantıklar kurulursa kurulsun bitkilerle hayvanlar
arasındaki bu ilişkide bir olağanüstülük olduğu sonucu değişmeyecektir.
Çünkü bu
canlılar birbirleri ile uyumlu yaratılmışlardır. Bu kusursuz uyum bize hem
çiçekleri hem de böcekleri yaratan gücün her iki canlıyı da çok iyi tanıdığını,
onların her türlü ihtiyacından haberdar olduğunu ve onları birbirlerine uygun
yarattığını gösterir. Her iki canlı da kendilerini çok iyi tanıyan, bilen
alemlerin Rabbi olan, her şeyden haberdar olan Allah'ın eseridirler. Onlar
Allah'ın büyüklüğünü, Yüce kudretini, kusursuz sanatını insanlara gösterip tanıtmakla
görevlidirler.
Bitkinin
ne kendi varlığından, ne de gerçekleştirdiği bu mucizevi işlemlerden haberi
vardır. Çünkü o, sahip olduğu her özelliği planlayan, kainattaki her şey gibi
kendisini de yaratmış olan ve her an yaratmaya devam eden Allah'ın kontrolündedir,
ki bu gerçeği de Kuran'da Allah bizlere bildirmektedir:
Bitki ve ağaç
(O'na) secde etmektedirler. (Rahman Suresi, 6)
Deniz Altı
Bitkilerinde Polenleşme Yöntemi ile Üreme
Polenle
üreme yöntemi, bilinenin aksine, sadece kara bitkilerine özgü bir yöntem
değildir. Deniz bitkilerinde de bu yöntemle üreyen türler vardır. İlk olarak
1787 yılında İtalyan botanikçi Filippo Cavollini, açık denizde yaşayan ve
polenleşme yöntemi ile üreyen "Zostera" isimli bitkiyi keşfetmiştir.20
Polenleşme
yönteminin sadece kara bitkilerine özgü olduğunun zannedilmesinin nedeni; su
ile temas eden kara bitkilerinin polenlerinin, yarılarak işe yaramaz hale
gelmeleriydi.
Suda
polenleşme yöntemiyle üreyen bitkiler üzerinde yapılan incelemeler, bu konunun
evrim teorisinin içinden çıkamadığı problemlerden bir yenisi olduğunu
göstermiştir.
Polenleri
suyla taşınan bitkilere 11 farklı familyada 31 cins olarak Kuzey İsveç'ten,
Güney Arjantin'e, deniz seviyesinin 40 m altından, 4800 m yüksekte And
Dağlarındaki Titicaca Gölü'ne kadar pek çok farklı yerde rastlanılır. Ekolojik
yönden bakılacak olursa tropik yağmur ormanlarından, çöllerdeki mevsimlik
göllere kadar çok farklı şartlarda yaşayanları vardır.21
Evrimcilerin
bu konudaki problemleri, evrim teorisinin kendi tezlerinden kaynaklanır. Çünkü
teoriye göre polenleşme, bitkilerin karada yaşamaya başlamasından sonra
kullandıkları "gelişmiş" bir üreme biçimidir. Oysa, bu yöntemi
kullanan su bitkilerinin varlığı ortadadır. Bu nedenle evrimciler bu bitkileri,
"yeniden suya dönen çiçekli bitkiler" olarak adlandırmışlardır. Ne
var ki evrimciler bu bitkilerin ne suya dönüş zamanları, ne suya dönüşlerini
gerektiren nedenler, ne de suya dönüşlerinin şekli ve ara formları hakkında
mantıklı ve bilimsel bir açıklama yapamamışlardır.
Evrimcilerin
diğer bir problemi ise suyun bazı özelliklerinden kaynaklanır. Daha önce de
belirttiğimiz gibi su, polenin yayılması için hiç de etkin bir ortam değildir
ve genellikle polen tanelerinin yarılmasına yol açar. Ayrıca, suyun hareketini
tahmin etmek de zordur. Suda oldukça düzensiz akıntılar olabilir, gel-git
olması bitkileri aniden batırabilir ya da suyun üstünde oldukça uzaklara
götürebilir. Tüm bunlara karşın suda yetişen bitkiler, polenleşme taşıyıcısı
olarak suyu büyük bir başarı ile kullanırlar. Çünkü bu bitkiler suda bu
işlemleri rahatlıkla başaracakları şekilde yaratılmışlardır. İşte bu
bitkilerden birkaç örnek:
Vallisneria
Erkek
Vallisneria'nın çiçekleri, bitkinin su içinde kalan bölümünde oluşur. Bunlar
daha sonra dişi özellikli bitkinin çiçeklerine ulaşabilmesi için, gövdeden
ayrılarak serbest kalırlar. Çiçek, serbest kaldığında kolaylıkla su yüzeyine
çıkabilecek bir biçimde yaratılmıştır. Bu esnada çiçek küresel bir tomurcuk
görünümündedir. Taç yaprakları birbirleri üzerine kapanmıştır ve portakal
kabuğu gibi çiçeğin etrafını sarmışlardır. Bu özel yapılı form, polenlerin
taşındığı bölümün, suyun olumsuz etkisinden korunmasını sağlar. Çiçekler yüzeye
çıktığında, daha önce kapalı olan taç yapraklar birbirlerinden ayrılır ve
geriye doğru kıvrılarak su üzerine yayılırlar. Polenleri taşıyan organlar, taç
yaprakların üzerinde yükselmiş bir biçimde ortaya çıkarlar. Bunlar en hafif bir
esintiyle bile hareket edebilecek yelken görevini üstlenirler. Bu organlar, bir
yandan yelken gibi iş görürken, öte yandan Vallisneria'nın polenlerini de su
yüzeyinden yukarıda tutarlar.
Dişi
bitkinin çiçekleri ise, su dibinden gelen uzun bir sapın ucunda ve su yüzeyinde
yer alırlar. Dişi çiçeğin yaprakları da su yüzeyinde hafif bir çöküntü
oluşturacak şekilde açılmışlardır. Bu çöküntü erkek çiçek kendine
yaklaştığında, dişi çiçeğin bir çekim alanı oluşturmasına yarar. Nitekim erkek
çiçek, dişi çiçeğin yanından geçerken bu çekim alanına girer ve iki çiçek
buluşur. Böylece polenler dişi çiçeğin üreme organına ulaşır ve polenleşme
gerçekleştirilmiş olur.
Erkek
çiçeğin, suda iken kapalı olup polenleri koruması, yükselerek su yüzünde açması
ve suda rahatlıkla ilerleyebilecek bir form oluşturması, üzerinde özel olarak
düşünülmesi gereken detaylardır. Çiçeğin bu özelliği deniz taşıtlarında
kullanılan ve denize atıldığında otomatik olarak açılan tahliye botlarına
benzer. Bu botlar birçok endüstri ürünleri tasarımcısının uzun süren ortak
çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır. Botun ilk üretiminde karşılaşılan planlama
hataları ve dolayısıyla botun çalışması sırasında ortaya çıkan aksaklıklar
tekrar tekrar ele alınmış, hatalar düzeltilmiş ve tekrarlı çalışmalar sonunda
işleyen doğru bir sisteme ulaşılmıştır.
Tüm bu
çalışmaları Vallisneria'nın durumunu düşünerek göz önüne alalım: Vallisneria'nın,
tahliye botunu tasarlayanlar gibi birden fazla ihtimali yoktur. Yeryüzündeki
ilk Vallisneria'nın tek fırsatı vardır. Ancak ilk denemede tam anlamıyla
başarılı olan bir sistemin kullanılması sonraki nesillere yaşama imkanı
yaratacaktır. Aksaklıkları olan bir sistem ise dişi çiçeği polenleyemeyecek ve
bu bitki hiçbir zaman çoğalamayacağı için yeryüzünden yok olup gidecekti.
Görüldüğü gibi Vallisneria'nın polenleme stratejisinin aşamalı olarak ortaya
çıkması imkansızdır. Bu bitki suda polenlerini gönderebileceği yapısıyla
birlikte yaratılmıştır.22
Halodule
Etkileyici
polenlenme stratejisine sahip bir başka su bitkisi de Fiji Adalarının kumlu
kıyılarında yetişen Halodule'dir. Bu bitkinin polen taşıyıcıları uzun yüzücü
iplikler biçimindedir ve suyun içinden yüzeye salınırlar. Bu yapı Halodule'ye
Valisneria'dan bile çok daha fazla isabet sağlama imkanı verir. Ayrıca bu
ipliklerin yapısında son derece özel karbonhidrat ve protein tabakaları vardır.
Bu özel yapı da Halodulelerin yapışkanlık özelliği taşımalarını sağlamıştır.
İplikler su yüzeyinde birbirine yapışarak uzun sallar oluştururlar. Bitkiye ait
bu tip milyonlarca arama aracı, gel-git dalgalarını kullanarak dişi bitkilerin
bulunduğu sığ sulara doğru yol alırlar. Bu arama araçlarının birbiriyle çarpışmasıyla
döllenme işlemi kolaylıkla başarılmış olur..23
Thalassia
Buraya
kadar polenleri su yüzeyinde taşınan bitkilerden bahsettik. Bu durumda
polenlerin hareketi iki boyutludur. Bazı bitkilerde ise üreme sistemi üç
boyutlu olarak işler. Üçüncü boyut su yüzeyinin altıdır.
Su
altındaki polenleşme stratejileri, su yüzeyinde gerçekleştirilenlerden daha
zordur. Çünkü üç boyutlu polenleşmede, polenlerin hareketlerindeki ufak bir
değişiklik dahi sonucu daha fazla etkiler. Bu nedenle bir polenin, su içinde
iken dişi organı yakalaması, yüzeydeyken yakalamasından çok daha zordur.
Buna
karşın, Karaib Adalarından St. Croix'da yetişen "Thalassia" bitkisi
yaşamını her zaman su altında sürdürür. Çünkü Thalassia, bu zor gözüken
döllenme koşullarını kolaylaştıracak bir polenleşme stratejisine sahip olarak
yaratılmıştır. Thalassia, yuvarlak polenlerini uzun yapışkanlı iplikler içine
gömülü durumda su altına salar. Su altında yüzen ve dalgalar tarafından
yönlendirilen bu iplikler, dişi çiçeklerin üreme organlarına takılarak
çoğalmayı sağlar.24
Thalassia
ve Halodule'nin polenlerini iplikçik paketleri şeklinde yollamalarıyla arama
araçlarının taradığı yol daha da büyütülmüş olur. Hiç şüphesiz ki bu akıl dolu
plan, hem su bitkilerini hem de onların suda polenleşme stratejilerini yaratan
ve her türlü yaratmadan haberdar olan Allah'ın eseridir.
O, gökleri
dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz. Arzda da, sizi sarsıntıya
uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi.
Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki
bitirdik. Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların
yarattıklarını Bana gösterin. Hayır, zulmedenler, açıkça bir sapıklık
içindedirler. (Lokman Suresi, 10-11)
Tohumların Kusursuz Dizaynı
Gerek
rüzgarlarla, gerekse diğer taşıyıcılarla çiçeklerin dişi organlarına ulaşan
erkek polenler için artık yolculuklarının sonu gelmiştir. Tohumun oluşturulması
için her şey hazırdır. Eşeyli üreme olarak adlandırdığımız üreme biçiminin
gerçekleşmesi için en önemli aşama tohumun oluşmasıdır. Söz konusu oluşumu, en
başından çiçeğin genel yapısından başlayarak incelemekte fayda vardır.
Çiçeklerin
tam ortasında, meyve yapraklarından (karpellerden) oluşmuş tek ya da birkaç
tane dişi organ bulunur. Her dişi organın en üst bölümünde bir tepecik, bunun
altında tepeciği taşıyan bir boyuncuk ve en dipte de tohum taslaklarını
barındıran şişkince bir yumurtalık vardır.
Erkek
organlardan gelen çiçek tozları, yüzeyi yapışkan bir sıvıyla kaplı olan
tepeciğe konarlar, sonra boyuncuk kanalıyla dipteki yumurtalığa ulaşırlar. Bu
yapışkan sıvının çok önemli bir görevi vardır: Çiçek tozları boyuncuğun
altındaki yumurtalığa ulaşamadıkça buradaki tohum taslaklarını dölleyemezler,
bu sıvı ise çiçek tozlarının boş yere harcanmasını önler ve birleşmeyi sağlar.
Tohum taslağı, ancak bu dişi ve erkek üreme hücreleri birleştiğinde tohuma
dönüşür.
Çiçek
tozları, tepeciğin üstüne konduktan sonra büyümeye başlar ve her çiçek tozu
taneciği yani her erkek üreme hücresi, kök kadar ince bir borucuk geliştirerek,
dişi organın boyuncuğundan yumurtalığa doğru uzatır. Bu borucuklardan her
birinin içinde iki tane çekirdek vardır. Borucuk uzayarak yumurtalığa
ulaştığında kopar ve içindeki hücre çekirdekleri serbest kalır. Böylece çekirdeklerden
biri yumurtalıktaki yumurta hücresiyle birleşir. Bu oluşum ileride tohumu
meydana getirecektir. Diğer çekirdek de aynı tohum taslağındaki başka bir
hücreyle birleşerek tohumun çimlenmesi için gerekli besin deposunu oluşturur.
İşte bu olaya döllenme denir.
Döllenmeden
sonra dayanıklı bir tabaka yumurtayı sarar ve embriyo bir tür dinlenme evresine
girer, çevresinde depolanan besin maddeleriyle tohumu oluşturur.
Erkek ve
dişi eşey hücrelerinin birleşmesiyle oluşan her tohumda, bir bitki embriyosu ve
bir de besin deposu vardır. Bu, tohumun gelişimi için çok önemli bir detaydır
çünkü toprak altında bulunduğu ilk zamanlarda, tohumun kökleri ve besin
üretebilecek yaprakları yoktur ve bu süre zarfında büyüyebilmek için bir besin
kaynağına ihtiyacı olacaktır.25
Bu
tohumları çevreleyen embriyo ve besin deposu gerçekte bizim meyve olarak
adlandırdığımız besinlerdir. Bu yapılar, tohumu beslemek amaçlı olduğu için
besin değeri yüksek olan proteinleri ve karbonhidratları içerirler. Bu haliyle hem insanlar, hem de
diğer canlılar için vazgeçilmez bir besin kaynağı oluştururlar. Her meyve
içerdiği tohumu en iyi şekilde koruyup besleyecek niteliklere sahiptir. Etli
kısmı, su miktarı, dış zarının yapısı tohumu en etkili koruyacak şekildedir.
Burada
önemli bir detay daha vardır: Her bitki yalnız kendi türünden bir bitkiyi
dölleyebilir. Eğer bir bitkinin çiçek tozları başka türden bir bitkinin
tepeciğine konarsa, bitki bunu anlar ve yumurtalığa ulaşmak üzere bir borucuk
uzatmaz; sonuçta döllenme olmadığından tohum gelişmez.26
Mesela
buğdayın çiçek tozları bir elma ağacının çiçeklerine taşınırsa ağaç elma
vermez. Bu noktada biraz durup düşünmek, olayın olağanüstülüğünü kavramamız
açısından faydalı olacaktır. Bir bitkinin çiçeği kendi türündeki bir bitkinin
çiçeğinden gelen poleni tanımaktadır. Şayet kendi türünden ise döllenmeyi
başlatacak işlemleri yapar. Eğer gelen polen kendi türünden bir bitkiye ait
değilse, bitki döllenmeyi başlatmaz. Peki belirli kriterlere göre kendi türüne
ait poleni ayırt eden "çiçek tepeciği" bu teşhisi yapmayı nasıl
öğrenmiştir? Yabancı polenlere karşı mekanizmayı kilitlemesi gerektiğini
nereden bilmektedir? Hiç kuşkusuz bitkinin her ayrıntısına hakim olan akıl,
çiçeğindeki bu mekanizmayı da en güzel biçimde düzenlemiş ve nesillerin
devamını garanti altına almıştır.
Tohum
embriyosunun ne gibi bir ortamda gelişeceği, gelişme evrelerinde nelere
ihtiyacının olacağı, topraktan çıktığı zaman nelerle karşılaşacağı ve nasıl bir
korunmaya gereksinim duyacağı gibi, ihtiyacı olacak her detay önceden düşünülmüş
ve tohum bu ihtiyaçlara göre düzenlenmiştir. Tohumların koruyucu dış katmanları
(tohum kılıfları) genellikle çok serttir. Bu yapı, tohumu karşılaşacağı dış
etkenlere karşı korur ve bulunulan ortama göre değişiklikler gösterir. Örneğin
bazı tohumların gelişiminin son aşamasında dış yüzeylerinde dayanıklı mumlu bir
yapı birikir, bu sayede su ve gaz tesirine karşı dirençli olurlar.
Bitkilerin
yaşamındaki kusursuz yapılar sadece bu
kadarla sınırlı değildir. Tohum kılıfları da bitkinin türüne göre değişik
malzemelerle kaplanabilir; mesela fasulye tanesinde olduğu gibi ince bir zarla
ya da kiraz çekirdeğinde olduğu gibi odunsu ve sert bir kabukla örtülü
olabilir. Suya dayanıklı olması gereken tohumların kabukları diğerlerine göre
daha sert ve kalındır. Ayrıca her türe göre tohumlara çok farklı şekiller ve
farklı büyüklükler verilmiştir. Uzun süre çimlenmeden dayanması gerekenlerin
(örneğin hindistan cevizi tohumları) içindeki besin miktarı ile suyla
karşılaştıktan kısa bir süre sonra filizlenmeye başlayanların (kavun, karpuz
vs.) besin miktarı farklıdır.
Görüldüğü
gibi tohumların bozulmadan kalmaları ve kolay üremeleri için çok ayrıntılı
sistemler vardır. Bitkilerin üremeleri için gereken, özel olarak düzenlenmiş bu
sistemlerin her kademesinde görülen akıl, bu sistemlerin üstün güç sahibi olan
Allah tarafından yaratılmış olduğunun çok açık bir delilidir.
Sıra
Dağıtımda: Tohumların Dağıtılması
Bitkilerin
tohumlarını dağıtırken kullandıkları, her biri son derece etkili olan
yöntemler, her bitkinin sahip olduğu tohum yapısına göre değişir. Örneğin çok
hafif bir meltemle uçacak kadar küçük ve hafif olan tohumlar, rüzgar tarafından
sallandıklarında hemen dökülürler ve zahmetsiz bir şekilde döllenirler. Bazı
bitkilerin üremek için sadece tohumlarını toprağa düşürmeleri yeterlidir. Bazı
bitkilerse doğal mancınık yöntemiyle , yani fırlatarak tohumlarını dağıtırlar.
Bu fırlatma, tohum kabı içinde büyüme sırasında oluşan gerilimin bir şekilde
boşalmasıyla sağlanır. Bazı bitkilerdeki tohum kabukları, güneşte kuruduktan sonra
çatlayarak açılır, bazılarındaysa rüzgar ya da hayvan çarpması gibi dış
etkenlerle açılıp, dağılırlar.
Tohumlarını
Patlatarak Dağıtan Bitkiler
Akdeniz
Salatalığı
Bitkilerin
üremesinde son derece büyük bir önemi olan dağıtım işleminde kullanılan mekanizmalar
incelendiğinde, çok hassas dengeler üzerine kurulu oldukları görülür. Örneğin
Akdeniz salatalığı gibi bazı bitkiler, tohumlarının yayılması için kendi
güçlerini kullanırlar. Akdeniz salatalıkları olgunlaşmaya başladıkça içleri
yapışkan bir sıvıyla dolmaya başlar. Bir müddet sonra bu sıvıdan kaynaklanan
basınç öylesine artar ki, buna salatalığın sapı dayanamaz ve basınç nedeniyle
daldan koparak yere düşer. Bitki bu sırada havaya fırlatılan roketin arkasında
bıraktığı ize benzer bir şekilde içindeki sıvıyı da fışkırtır. Sıvıyla birlikte
salatalığın tohumları da toprağa dağılmış olur.27
Buradaki
mekanizma çok hassastır; meyveye sıvının dolması salatalığın tam olgunlaşmaya
başladığı dönemde, patlama da olgunlaşmanın bittiği dönemde olur. Bu sistem
daha önce çalışmaya başlasa tohumlar olmadan patlayan salatalık hiçbir işe
yaramayacaktır. Bu durum da bu bitki türünün sonu olacaktır. Fakat bitkide,
yaratılmış mükemmel zamanlama sayesinde söz konusu tehlike oluşmaz. Her birinin
en başından itibaren aynı anda var olması gereken bu mekanizmaların yüzlerce,
binlerce hatta milyonlarca yıl süren bir değişimin sonucunda evrimleşerek
geliştiğini iddia etmek akıl, mantık ve bilime dayanan bir iddia değildir.
Salatalık da, içindeki sıvı da, tohumlar da, tohumların olgunlaşması da her şey
aynı anda ortaya çıkmalıdır. Bugüne kadar hiçbir problem olmadan işleyen böyle
bir sistemin varlığı onun ilk olarak da tüm parçalarıyla birlikte, eksiksiz ve
kusursuz bir biçimde ortaya çıktığını, yani bitkiyi Yaratıcımız olan Allah'ın
yarattığını gösterir.
Çalı
Bitkisi ve Hura Ağacı
Çalı
bitkisinin üremesi ise yine kendi kendine açılma yöntemiyle ama Akdeniz
salatalığının tam tersi bir şekilde gerçekleşir. Çalıdaki tohumların patlaması,
içindeki herhangi bir sıvının yardımıyla değil, bitkide meydana gelen
buharlaşma sayesinde oluşur. Çalının üzerindeki tanelerin güneşe bakan yüzü,
sıcaklık arttıkça gölgede kalan yüzünden daha hızlı bir şekilde kurumaya
başlar. Tane, üzerinde iki taraf arasında yaşanan basınç sonunda ortadan ikiye
ayrılır böylece içerdeki küçük siyah tohumlar dört bir yana dağılır. 28
Tohumunu
patlatarak yayan bitkilerin en başarılılarından birisi de Brezilya'ya özgü bir
bitki olan Hura adındaki ağaçtır. Ağaç kuruyup tohumlarını yayma vakti
geldiğinde, tohumlarını yaklaşık olarak 12 m uzaklığa kadar fırlatabilir. Bu
mesafe bir ağaç için oldukça büyük bir uzaklıktır.
Helikopter
Tohumlar
Avrupa
akçaağaçları ve çınarlarının tohumları çok dikkat çekici bir yapıya
sahiplerdir. Bu tohumların tek bir taraftan çıkan birer kanatları vardır. Tohum
ağırlığı ile, kanadın uzunluğu o kadar mükemmel biraraya getirilmiştir ki bu
tohumlar kendi etraflarında dönerek hareket edebilirler. Akçaağaçlar
yaşadıkları bölgeye seyrek olarak dağıldıkları için, döllenme işlemlerinde en
büyük yardımcıları rüzgarlardır. Ufak bir rüzgar esintisinde dahi kendi
etrafında dönen helikopter tohumlar uzun mesafeleri aşabilirler.29
Güney
Amerikada yetişen Bertholletia ağaçlarının kapsül içindeki tohumları, orman
zeminine düştükten sonra bir süre bulundukları yerde kalırlar. Bunun sebebi
hayvanların ilgisini çekecek özelliklerinin olmamasıdır. Örneğin bu tohumların
kokuları yoktur, dış görünüş olarak da dikkat çekici değildirler, ayrıca
kırılmaları da çok zordur. Bu ağacın üreyebilmesi için de bir şekilde tohum
olarak oluşturduğu kapsüllerin içindeki fındıkların çıkarılıp toprağın altına
gömülmeleri gereklidir.
Ama bütün
bu olumsuz özellikler Bertholletia için hiç sorun teşkil etmez. Çünkü
kendisiyle aynı ortamda yaşayan ve bu olumsuzlukları aşacak özelliklere sahip
olan bir canlı vardır.
Güney
Amerika'da yaşayan bir tür kemirici hayvan olan Agouti bu kalın, kokusuz
kabuğun altında kendisi için bir yiyecek olduğunu bilmektedir. Agoutilerin
dişleri kesici ve sivridir. Özel diş yapıları sayesinde sert kapsülü kolayca
kırarlar. Tek bir kapsül içinde yaklaşık 20 civarında fındık bulunur. Bu da
Agoutilerin bir seferde yiyeceğinden çok fazladır. Agouti, çenesine aldığı
fındıkları taşır ve onları açtığı küçük deliklere yerleştirdikten sonra üstünü
örter. Agoutiler bu işlemi daha sonra fındıkları yemek için yapmış olmalarına
rağmen Allah gömdükleri fındıkların
çoğunu onlara buldurmaz. Bu da Bertholletia ağacının işine yarar. Bu sayede
ağacın filizlerinden pek çoğu toprağa filizlenmek üzere gömülmüş olur.30 Görüldüğü gibi Agouti'nin beslenme
şekli ile Bertholletia ağaçlarının üreme şekli, birbirlerine son derece
uyumludur. Bu uyum tabii ki tesadüfen ortaya çıkmış bir uyum değildir. Bu
canlılar birbirlerini tesadüfen de keşfetmemişlerdir. Bu canlılar
yaratılmışlardır. Doğada sayısız örnekleri olan bu uyum hiç kuşkusuz ki çok
üstün bir aklın ürünüdür. Sonsuz akıl sahibi olan Allah, her iki canlıyı tüm bu
özellikleriyle birlikte ve birbirine uyumlu olarak yaratmaktadır.
Her Türlü
Koşula Dayanıklı Tohumlar
Canlılardaki
üreme hücreleri genelde kendi doğal ortamlarından ayrıldıktan kısa bir süre
sonra ölürler. Bitkilerdeyse böyle bir şey söz konusu değildir. Bitkilerin
gerek polenleri gerekse tohumları kendi ana gövdelerinden kilometrelerce uzakta
dahi canlılıklarını sürdürebilirler. Ayrıca ana gövdeden ayrılmalarından
itibaren geçen sürenin de bir önemi yoktur. Aradan yıllar hatta yüzyıllar geçse
de bozulmadan kalabilen tohumlar vardır.
Arktik
tundralardaki "Lupin Bitkisi" bu beklemeye çok güzel bir örnektir.
Bitkinin tohumları, büyümek için yılın belli zamanlarında sıcak havaya ihtiyaç
duyarlar. Bu sıcaklığın yeterli olmadığını gördüklerinde bir mucize
gerçekleşir, ortam diğer şartlar açısından uygun da olsa tohumlar çatlamaz ve
donmuş topraklarda sıcaklığın artmasını beklerler. Uygun ortam tam olarak
sağlandığında da aradan geçen zamanın uzunluğuna bakmaksızın kaldıkları yerden
gelişmeye devam ederler. Öyle ki kaya yarıkları arasında yüzlerce yıl
bozulmadan, çimlenmeden kalan bitki tohumları bulunmuştur.31
Bu son
derece ilginç bir durumdur. Bir bitkinin dış ortamdan haberdar olması ne
demektir? Bitki bunu kendisi başaramayacağına göre, ne gibi ihtimaller olabilir
düşünelim. Bitkinin içinde bulunan bir mekanizma ona durumu haber veriyor
olabilir. Bitki de bu haber üzerine bir yerden emir gelmiş gibi gelişimini
aniden durdurur. Peki öyleyse bitkideki bu sistem nasıl ortaya çıkmıştır? Bitki
bu sistemi kendisi mi düşünerek bulmuştur? Bu sistemle ilgili gereken teknik
donanımı kendisinde nasıl oluşturmuştur?
Bu sistemi
tabii ki bitkinin kendisi bulmamıştır. Bitkinin tohumunda saklı duran genetik
bilgisinde, bitki ilk ortaya çıktığı andan itibaren zaten bu bilgilerin hepsi
vardır. Lupin bitkisi, soğuk hava ile karşılaştığında gelişmesini
dondurabileceği bir sisteme zaten sahiptir. Böyle bir yapının kendi kendine
oluşması imkansızdır. Evrimcilerin "evrim süreci" adı altında uydurdukları hayali oluşum süreci ne kadar
uzun olursa olsun, bu sırada ne tür tesadüfler gerçekleşirse gerçekleşsin,
bitkileri hava durumundan haberdar eden böyle bir sistemin oluşması ihtimal
dışıdır.
Yine aynı
şekilde mimosa glomeratanın tohumları, kurutulmuş bitki
koleksiyonlarının saklandığı bir kapta 220 yıl saklanmış ve bu tohum suyla
ıslatılır ıslatılmaz filizlenmiştir. Dayanıklı tohumlara başka bir örnek olarak
da, 1942 yılında, 2. Dünya Savaşı sırasında 147 yıllık albizia julibrissin
adlı bitkiyi verebiliriz. Londra'daki British Museum'da saklanan bu tohum
yangın söndürme çalışmaları sırasında ıslanınca bu kadar yıldan sonra
filizlenmiştir.32
Tundra
bölgelerinde hava sıcaklıkları düşük olduğu için bozulma daha yavaş olur. Öyle
ki bazı tohumlar, 10.000 yaşındaki buzul tabakalarından çıkarılıp, laboratuvara
alındığında gerekli miktardaki ısı ve nemin sağlanmasıyla birlikte tekrar
hayata dönebilmektedirler.33
Tohum
hepimizin bildiği gibi içinde belli miktarda besin bulunan ve dış kabuğu
tahtayı andıran bir cisimdir. İçine sıcaklığı ölçen bir aleti koyması, dış
dünyadan bilgi alış-verişi yapmasını sağlayacak herhangi bir yöntem bulması ve
sonucunda elde ettiği verileri değerlendirmeye alarak, bu bilgiler
doğrultusunda hareket edecek muhakeme yeteneğine sahip olması gibi bir düşünce,
son derece mantıksız hatta "akıl dışı" olarak nitelendirilebilir. Dış
görünüşüne bakıldığında küçük bir tahta parçasına benzeyen, bulunduğu kapalı
yerden, dışarısıyla hiçbir bağlantısı olmadan hava sıcaklığını ölçüp, daha
sonraki safhalardaki gelişimi için sıcaklığın yeterli olup olmadığına karar
verebilen olağanüstü bir cisimle karşı karşıyayız... Olumsuz koşulların
çimlendikten sonra büyümesine engel olacağının farkında olan, bu şartları
gördüğü anda gelişimini durdurmak için neler yapması gerektiğini bilen,
sıcaklık yeterli hale geldiğinde kaldığı yerden gelişmesine devam edebilecek
kadar mükemmel sistemlere sahip olan bir tahta parçası…
Dayanıklı
bir yapıya sahip olan tohumlardaki bu olağanüstü mekanizmanın, evrim teorisinin
iddia ettiği gibi rastlantılarla açıklanması imkansızdır. Gerçekte tohumlar,
zorlu koşullara dayanıklı olacak şekilde özel olarak yaratılmışlardır. Allah üstün güç sahibi bir
Yaratıcı'dır.
Diğer
yandan tohum fosillerine baktığımızda da yine çok açık yaratılış delilleri ile
karşılaşırız. Günümüzden yaklaşık 350 milyon yıl önce (Devonian Dönemi olarak
adlandırılan dönemde) bulunmuş tohum fosillerinde de bugünkü tohumlar ile aynı
yapılara sahiptir.34 Bu da tohumların özel yapılarının şimdiki aynı
özellikleriyle milyonlarca yıl önce de var olduklarının ve bugüne kadar hiç
değişime uğramadıklarının, diğer bir ifadeyle "evrim" gibi bir hayali
süreç geçirmediklerinin çok açık bir göstergesidir.
Hiç
kuşkusuz ki alemlerin Rabbi olan Allah küçücük tohumlarda bile bize Kendi üstün
varlığının ve benzersiz yaratmasının delillerini sergilemektedir. Allah bir
ayetinde bu delillerden şöyle bahseder:
O, gökten su
indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık,
ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının
tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen-
üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün
verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir
topluluk için bunda gerçekten ayetler (deliller) vardır. (Enam Suresi, 99)
Suda 80 Gün
Kalabilen Tohumlar
Soğuk hava
şartlarına dayanıklı olan tohumların yanı sıra bazı tohumlar da oldukça uzun
süre suyun içinde kalmaya dayanıklı bir yapıya sahiptirler. Öyle ki 80 gün
süreyle suda kalabilen ve bu süre içinde hiç bozulmayan, çimlenmeyen tohumlar
bile vardır. Bunlardan en meşhuru hindistan cevizi palmiyesidir. Palmiyenin
tohumu taşımanın güvenli olması için sert bir kabuğun içine yerleştirilmiştir.
Bu sert kabuğun içinde uzun bir yolculuk için su da dahil olmak üzere ihtiyaç
duyulan her şey hazırdır. Dış tarafı ise tohumun batmadan su yüzeyinde
kalmasını sağlayacak lifli bir yapıdadır.
Deniz
fasulyesi de tohumlarını su aracılığıyla yayan bitkilerdendir. Tohumları
hindistan cevizi kadar büyük değildir ve suda geçirdiği bir yıldan sonra bile
hala yenebilir durumunu mufaza eder. 35
Bu iki
örnekte de görüldüğü gibi, su yoluyla üreyen bitkilerdeki en önemli özellik,
tohumların tam karaya ulaştıkları zaman açılmalarıdır. Aslında bu son derece
ilginç ve istisnai bir durumdur, çünkü bilindiği gibi bitki tohumları
genellikle suya değdikleri anda çimlenmeye başlarlar. Ama bu durum söz konusu
bitkiler için geçerli değildir. Tohumlarını suyla taşıyan bitkiler özel tohum
yapıları sebebiyle bu konuda ayrıcalıklıdırlar. Eğer bu bitkiler de diğerleri
gibi suyu görür görmez hemen çimlenmeye başlasalardı, soyları çoktan tükenmiş olurdu.
Oysa yaşadıkları şartlara uygun genel mekanizmaları nedeniyle bu bitkiler
varlıklarını sürdürebilmektedirler.
Yeryüzündeki
tüm bitkiler kendileri için en uygun yapılara sahiptirler. Bu istisnai
özellikler akla, "nasıl olup da tam gereken türdeki bitkilerde bu
dayanıklılık ortaya çıkmıştır?" sorusunu getirecektir. Bu sorunun cevabını
bir örnek üzerinde verelim ve palmiye tohumlarını ele alalım:
1. Palmiye
tohumlarının suda uzun süre kalabilmek için dayanıklı bir yapıya ihtiyaçları
olacaktır, bu yüzden kabukları oldukça kalındır. Kabukların sudan koruyucu özel
bir yapısı vardır.
Bu bir tesadüf değildir!
2. Uzun
yolculukları sırasında normalden daha fazla besine ihtiyaçları olacaktır ve tam
gerektiği kadar besin, palmiye tohumunun içine yerleştirilmiştir.
Bu da bir tesadüf eseri değildir!
3. Karaya
geldiklerini anlayıp tam o anda açılırlar.
Bu hiçbir şekilde tesadüf değildir!
Görüldüğü
gibi bu tohumlar sert kabuklarıyla, besin depolarıyla, büyüklükleriyle,
kısacası tüm özellikleriyle gerekli durumlarda uzun süre dayanıklı olacak
şekilde yaratılmışlardır. Kabuğun sertlik miktarının ölçüldüğü, gerekli besin
miktarının tespit edildiği bu ince ayarlı yapının tesadüfler sonucunda
oluşmasını beklemek, tohumun daha karaya ulaşmadan su içinde çimlenmesi, yani
ölmesi demek olacaktır.
Oysa bu
tohumların çimlenmesindeki hassas ölçüler sebebiyle böyle bir şey söz konusu
bile olmaz. Tohumların yedek besinlerinin ve sularının miktarı, karaya ulaşma
vakitleri kısacası tüm bu özelliklerindeki hesaplamalar hiç kuşkusuz ki
tohumların kendi zeka ve kabiliyetleri ile olmamıştır.
Tüm bu
hassas hesap ve ölçüler, tohumları yaratan, onların her türlü ihtiyaçlarını ve
özelliklerini bilen, sonsuz akıl ve bilgi sahibi olan Allah tarafından
kusursuzca ayarlanmıştır. .
... O'nun
Katında herşey bir ölçü iledir. (Ra'd Suresi, 8)
Yere
(gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her
şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik. (Hicr Suresi, 19)
Ücretli Bir
Taşıyıcı - Karınca
Bazı
tohumların yapısı genelde bilinenden farklı özelliklere sahiptir. Bu özellikler
incelendiğinde çok ilginç sonuçlarla karşılaşılabilir. Örnek olarak çevresi
yağlı, yenilebilir bir dokuyla kaplı olan bir tohumu ele alalım. İlk bakışta
alelade gelebilecek bu yağlı doku, gerçekte bitkinin neslinin devamlılığı
açısından çok önemli bir detaydır. Çünkü bu özellik karıncaların söz konusu
bitkiye ilgi duymasına sebep olmaktadır. Bu bitkilerin üremesi pek çok bitkiden
farklı olarak karıncalar vasıtasıyla gerçekleşir. Tohumunu toprağın altına kendisi
koyamayan bitki, bunu karıncalara taşıtma yöntemini seçmiştir. Bu bitkilerin
tohumlarındaki yağlı doku, taşıyıcı karıncalar için çok cazip bir yiyecektir.
Karıncalar bunları büyük bir istekle toplayıp yuvalarına taşırlar. Böylece daha
ilk aşamada hiç bilmeden tohumu toprağın altına gömmüş olurlar.
Karıncaların
bu kadar çabalamalarının nedeni tohumu yiyecek olmaları diye düşünülebilir, ama
bu yanlış bir çıkarım olacaktır. Karıncalar binbir zahmetle tohumları
yuvalarına taşımalarına rağmen sadece kabuğunu yer, etli iç kısmını bırakırlar.
Bu sayede hem karınca besin elde etmiş, hem de bitkinin üremesini sağlayacak
bölüm toprak altına inmiş olur.36 Karıncanın bunu bilinçli yaptığı ya
da bitkinin, tohumuna özellikle bu karınca türünün hoşuna gidecek özellikleri
kazandırdığı, karıncayla aynı ortamda bulunmayı ayarladığı gibi bir iddia da
bilimsel açıdan hiçbir geçerliği olmayan bir iddia olmaktan öteye
gidemeyecektir.
Hiç
kuşkusuz ki bu kusursuz uyumu sağlayan şuur ne karıncaya ne de bitkiye aittir.
Her iki canlının sahip oldukları tüm özelliklerden haberdar olan, birbirlerine uyumlu
yaratan bir Yaratıcı'ya aittir. Yani bu şuuru onlara veren Yüce Rabbimiz
Allah'tır:
Göklerde ve
yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunuyorlar. (Rum
Suresi, 26)
Tohumun
Bitkiye Dönüşmesi
İlk Aşama : Filizlenme
İlk Aşama : Filizlenme
Tohumu hiç
görmemiş olsaydık ve ne işe yaradığını da bilmeseydik içinden birbirine hiç benzemeyen sayısız bitkinin
çıkabileceğini, bu bitkilerin de metrelerce yüksekliğe ulaşacaklarını tahmin edebilir
miydik? Tabi ki tahmin edemezdik.
Pek çoğu
küçük kuru tahta parçalarına benzeyen tohumlar, aslında içlerinde bitkilere ait
binlerce bilgiyi barındıran genetik şifre taşıyıcılarıdır. İleride
oluşturacakları bitkiler ile ilgili tüm bilgiler tohumların içinde saklıdır.
Bitkinin kökünün ucundaki tüycükten, gövdesinin içindeki borucuklara,
çiçeklerinden, vereceği meyveye kadar tüm bilgiler en küçük detaylarına kadar
eksiksiz olarak tohumun içinde mevcuttur.
Döllenmenin
ardından oluşan tohumun bir bitkiye dönüşmesindeki ilk aşama filizlenmedir.
Toprağın altında beklemekte olan tohum ancak ısı, nem ve ışık gibi faktörlerin
bir araya gelmesiyle hareketlenip canlanır. Bundan önce ise adeta bir uyku
halindedir. Zamanı geldiğinde uykusundan uyanır ve büyümeye başlar.
Filizlenme
işleminin birkaç aşaması vardır. İlk önce, tohum ıslanmalıdır ki, içinde
bulunan hücreler nemlensin ve metabolizma faaliyetleri başlayabilsin. Bu
faaliyetler bir kez başladıktan sonra kök ve filiz de büyür ve bu aşamada hücre
bölünmesi başlar. Bir yandan da belli fonksiyonların özel dokular tarafından
gerçekleştirilebilmesi için hücre farklılaşması olur. Bütün bu aşamalar çok
fazla enerji gerektirir.
Tohumun
büyümek için besine ihtiyacı vardır. Fakat tohumun, buradaki mineralleri
kökleriyle alacak hale gelene kadar beslenebileceği bir kaynağı yoktur. Öyleyse
tohum, büyümesi için gerekli olan besini nasıl bulmaktadır?
Bu sorunun
cevabı tohumun yapısında gizlidir. Döllenme sırasında tohumla birlikte oluşan
besin deposu, filiz verip toprak dışına çıkana kadar tohumlar tarafından
kullanılacaktır. Tohumlar kendi besinlerini üretir hale gelinceye kadar,
bünyelerindeki yedek besinlere ihtiyaç duyarlar.
Gereken
koşullar sağlanıp da çimlenme başladığında tohum topraktan suyu çeker ve
embriyo hücreleri bölünmeye başlar, daha sonra tohum kabuğu açılır. Önce kök
sisteminin başlangıcı olan kökçükler sürgün verirler ve toprakta aşağı doğru
büyürler. Kökçüklerin gelişmesini, sap ve yaprakları üretecek olan
tomurcukların gelişimi izler.
Tohum
toprak üstüne ışığa doğru yönelir ve sürekli güçlenir. Çimlenme toprak altında
başlamıştır. İlk gerçek yapraklar açıldığındaysa bitki, fotosentez yoluyla
kendi besinini üretmeye başlar.
Buraya
kadar anlatılanlar, aslında herkesin çok iyi bildiği, hatta sık sık gözlemlediği
konulardır. Tohumların toprağı yararak içinden çıkmaları herkes için çok alışılmış bir olaydır. Ama
tohumun büyümesi sırasında gerçekte bir mucize gerçekleşmektedir. Ağırlığı
ancak "gram"larla ifade edilebilecek olan tohum, üzerindeki kilolarca
ağırlıktaki toprağı delerek yukarı çıkarken hiç zorlanmaz. Tohumun tek amacı
toprağın üstüne çıkıp ışığa ulaşmaktır. Çimlenmeye başlayan bitkiler incecik
gövdeleriyle sanki boş bir alanda hareket ediyormuş ve üzerlerinde onca ağırlık
yokmuşçasına, oldukça rahat bir şekilde, yavaş yavaş gün ışığına doğru yol
alırlar. Yer çekimine karşı koyarak, yani kendileriyle ilgili olan tüm fizik
kurallarını da hiçe sayarak topraktan çıkarlar.
Toprağın
normalde çürütücü, parçalayıcı özelliği olmasına rağmen, küçücük tohum ve
milimetrenin yarısı inceliğindeki kökler hiçbir zarar görmezler. Aksine sürekli
gelişerek büyürler.
Toprağın
altındaki tohumun yüzeye çıkış yolu çeşitli yöntemlerle kapatılarak, gün
ışığına ulaşmasını engellemek için deneyler yapılmıştır. Deneyler sonucunda
ortaya çıkan sonuçlar çok şaşırtıcı olmuştur. Tohum, önüne çıkan her engelin
etrafından dolaşacak kadar uzun filizler çıkartarak ya da büyüdükleri yerde
baskı yaratarak sonuçta yine gün ışığına ulaşmayı başarmıştır. Bitkiler büyüme
süreçlerinde, büyüdükleri yerde büyük bir baskı yaratabilirler. Mesela yeni
yapılmış bir yolda yarıkların içinde yetişen bazı fideler yarıkların daha da
genişlemesine yol açabilirler. Kısacası tohumlar gün ışığına çıkarken engel
tanımazlar.37
Tohum
filizlenip topraktan çıkarken her zaman dik olarak çıkar. Bunu yaparken tohum
yer çekimine aykırı hareket etmektedir. Kökler ise yer çekimine uygun hareket
ederek toprağın içlerine doğru
ilerlerler. Bu durum akla şu soruyu getirir:
"Aynı
bitkinin iki ayrı organı nasıl olup da bu şekilde zıt yönlere doğru bir
büyümeyi başarırlar?" Bu sorunun cevabını verebilmek için bitkilerdeki
bazı mekanizmaları inceleyelim.
Bitkilerde
büyümeyi yönlendiren uyarılar iki türlüdür; ışık ve yer çekimi. Tohumdan çıkan
ilk kök ve filiz bu iki çeşit uyarıya karşı oldukça duyarlı sistemlerle
donatılmışlardır.
Filizlenen
bitkinin köklerinde yer çekimi sinyallerini algılayan hücreler bulunur.
Yukarıya doğru yükselen gövde kısmında ise ışığa duyarlı olan hücreler bulunur.
İşte bu hücrelerin ışığa ve yer çekimine duyarlı olması da bitkinin parçalarını
gereken yerlere doğru yönlendirir. Bu iki uyarı türü, köklerin ve filizin
büyüme yönü eğer dikey değil de farklı bir yöne doğru ilerliyorlarsa, yönlerini
düzeltmelerini de sağlar.38
Buraya
kadar verilmiş olan bilgiler tekrar gözden geçirildiğinde çok olağanüstü bir
durumla karşı karşıya olunduğu hemen görülecektir. Bitkiyi oluşturan hücreler
birdenbire başkalaşmaya başlamakta ve değişik şekiller alarak bitkinin
bölümlerini oluşturmaktadırlar. Üstelik de köklerde ve gövdede görüldüğü gibi
farklı yönlerde hareket etmektedirler.
Gelin,
kökün yer çekimiyle hareket ederek toprağın derinliklerine gitmesini, gövdenin
de toprağın üstüne doğru hareket etmesini birlikte düşünelim. Dıştan
bakıldığında son derece güçsüz bir görünüme sahip olan bu yapıların toprağı
yararak yaptıkları hareketler akla pek çok soru getirecektir. Öncelikle bu
noktada ele alınması gereken çok önemli bir karar anı vardır. Öyleyse bu anı,
yani hücrelerin başkalaşmaya başladığı zamanı belirleyen, onlara gidecekleri
yönü gösteren kimdir ya da nedir? Nasıl olup da her hücre hangi bölümde yer
alacağını bilerek hareket etmektedir? Nasıl olup da bir karışıklık çıkmamakta
örneğin kök hücreleri sadece toprağın içine doğru uzamaktadır?
Bunlara
benzer bütün soruların aslında tek cevabı vardır. Bu kararı alan ve uygulayan,
karışıklık çıkmaması için gerekli olan sistemleri belirleyen ve bünyesinde
bunları oluşturan elbette ki bitkinin kendisi değildir. Bitkiyi oluşturan
hücreler de bunları yapamazlar. Başka bir canlının müdahalesiyle de bu
sistemlerin oluşması mümkün değildir. Bütün bunlar bize bitkilerin başka bir
güç tarafından yönlendirildiklerini, yönetildiklerini gösterir. Yani bu kararı
hücrelere aldırtan, onlara görevlerine göre ne yöne gitmeleri gerektiğini gösteren ve sahip oldukları tüm yapıları
yaratan üstün bir aklın varlığını gösterir. Bu aklın sahibi hiç kuşkusuz ki tüm
alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Engel
Tanımayan Filizler
Topraktan
çıkan filiz her zaman uygun bir ortama ulaşamayabilir; örneğin kendini bir
kayanın veya büyük bir bitkinin gölgesi altında bulabilir. Bu durumda büyümeye
devam ederse, güneş ışığını alamayacağından fotosentez yapması zorlaşacaktır.
Eğer filiz, yeryüzüne çıktığında kendini böyle bir ortamda bulursa, hemen ışık
kaynağına doğru büyüme yönünü değiştirir. Fototropizm olarak bilinen bu işlem
göstermektedir ki, filizler de ışığa duyarlı yön tayini sistemine sahiptir.
Hayvanlarla ve insanlarla karşılaştırdığımızda bitkiler, ışığı algılama
konusunda daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü hayvanlar ve insanlar sadece
gözleriyle ışığı algılayabilirler. Bitkilerdeki yön tayin sistemleri ise son
derece keskindir. Bu yüzden hiçbir zaman yönlerini şaşırmazlar. Işığa ve yer
çekimine dayalı kusursuz yön bulma sistemleri sayesinde kolaylıkla yönlerini
bulabilirler.
Bitkiler
ışığı algılayıcı sistemlerin yanı sıra hücre bölünmesinin gerçekleştiği özel
büyüme bölgelerine de sahiptirler. Meristem olarak adlandırılan bu dokular
genellikle kök ve gövde uçlarında bulunurlar. Filizin gelişimi sırasında eğer
büyüme bölgesindeki hücreler hep aynı şekilde büyürlerse bu, gövdenin düz
olmasını sağlar. Her bitkinin Meristem dokusunun büyüme yönüne göre şekilleri
belirlenir. Eğer bu hücrelerin büyümesi bir kenarda fazla, diğerinde az olursa
bitkinin gövdesi eğimli büyüyecektir. Bitkilerdeki büyüme eğer şartlar uygunsa
tüm bölgelerde aynı anda başlar. Filizden çıkan bitkinin bir yandan gövdesi
acil ihtiyacı olan ışığa doğru ilerler. Öte yandan topraktan bitki için gerekli
olan su ve mineralleri sağlayacak olan kökler de yer çekimini algılayan rehber
sistemleri sayesinde büyümelerini en etkili biçimde gerçekleştirirler. İlk
bakışta bitkilerin kök uzantılarının toprağın altına rasgele yayıldığı
düşünülebilir. Oysa gerçekte kök uzantıları bu duyarlı sistem sayesinde
kontrollü bir şekilde, hedeflerine kilitlenmiş füzeler gibi ilerlerler.
Bu
mekanizmalarla kontrol edilen büyüme, bitkiden bitkiye farklılıklar gösterir.
Çünkü her bitkide büyüme kendi genetik bilgisine uygun olarak gerçekleşir. Bu
yüzden her bitkide maksimum büyüme oranları da farklıdır. Örneğin bir mısır
sapı için maksimum büyüme süresi altı hafta iken, bir kayın ağacı için bu süre
çeyrek asır olmaktadır.39
Çimlenme
küçücük bir cisimden metrelerce uzunluktaki ve tonlarca ağırlıktaki bir
bitkinin oluşmasının ilk aşamasıdır. Yavaş yavaş büyüyen bitkinin kökleri yere,
dalları yukarıya doğru uzanırken, içindeki sistemler de (besin taşıyacak
sistemler, döllenmesini sağlayacak sistemler, bitkinin uzamasını, genişlemesini
ve bunların durmasını kontrol eden hormonlar) hep birlikte ortaya çıkar ve
hiçbirinin oluşumunda bir aksama ya da
gecikme olmaz. Bitki için gerekli olan her şey aynı anda gelişir. Bu son derece
önemlidir. Örneğin, bir yandan çiçeğin döllenme mekanizması gelişirken, diğer
yandan da taşıma boruları (besin ve su taşıma boruları) oluşmaktadır. Aksi
takdirde, mesela çiçek döllenme mekanizması oluşmayan bir bitkide, soymuk ya da
odun borularının hiçbir önemi olmayacaktır. Köklerin oluşmasının da bir anlamı
yoktur. Çünkü böyle bir bitki neslini devam ettiremeyeceği için, ek
mekanizmalar bir işe yaramayacaktır.
Görüldüğü
gibi bitkilerdeki birbirine bağlı ve tam uyumlu olan bu mükemmel yapıda
kesinlikle tesadüfen oluşamayacak bir plan vardır. Evrimci bilim adamlarının
iddia ettiği gibi kademeli bir oluşum hiçbir şekilde söz konusu değildir.
Gelin bunu
herkesin yapabileceği basit bir deneyle gösterelim. Bir adet tohumu ve bununla
birlikte yine bu tohumun büyüklüğünü, ağırlığını ve içerdiği moleküllerin
karışımını içeren bir maddeyi belirli bir derinliğe gömelim ve bir süre
bekleyelim. Ektiğimiz tohumun cinsine göre gereken süre geçtiğinde tohumun
toprağı yararak yeryüzüne çıktığını görürüz. Oysa ne kadar beklersek bekleyelim
diğer maddenin toprağın üstüne çıkışını göremeyiz. İster yüz yıl bekleyin, ister
bin yıl bekleyin sonuç değişmeyecektir. Bu farkın nedeni tabii ki tohumlardaki
özel yaratılıştır. Bitkilerin genlerine, bu işlem için gerekli bilgiler
kodlanmıştır. Bitkilerde var olan tüm sistemler bilinçli bir seçimin varlığını
kanıtlar. Bütün detaylar bitkilerin rastlantılarla oluşmasının mümkün
olmadığını, aksine bitkilerin ortaya çıkışında son derece bilinçli bir
müdahalenin olduğunu gösterir.
Elbette ki
böyle mükemmel bir düzen her şeyi en ince ayrıntısıyla bilen ve meydana getiren
bir Yaratıcı'nın varlığının delilidir. Bitkilerin yaşamındaki yalnızca ilk
aşama yani tohumun oluşumu bile bize üstün güç sahibi Yaratıcımız olan Allah'ın
yaratmasındaki benzersizliği açıkça göstermektedir. Nitekim Allah Kuran'da bu
gerçeğe şöyle dikkat çekmiştir:
"Şimdi
ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa
bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı
kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız." (Vakıa Suresi, 63-65)
Doğal Sondajcılar: Kökler
Bitkilerin
yaşamlarını sürdürebilmeleri için fotosentez yapmaya, bu işlem için de
topraktan alacakları suya ve minerallere ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını
karşılamak için de toprak altında sondaj yapan köklere gereksinim duyarlar.
Köklerin görevi, toprağın altına bir ağ gibi hızla yayılıp su ve mineralleri
çekmektir. Bununla birlikte bitki kökleri, narin yapılarına rağmen tonlarca
ağırlığa ulaşabilen bitkilerin toprağa sıkıca bağlanıp tutunmalarını da
sağlarlar. Köklerin toprağı tutma özelliği son derece önemlidir, çünkü bu
sayede toprak kaymaları, toprağın verimli üst katmanlarının yağmurlarla kaybı
gibi insan yaşamını etkileyecek olumsuz etmenler de ortadan kalkmış olur.
Bu
işlemleri yaparken kökler hiçbir teçhizata gerek duymazlar. Köklerin suyu çekme
işlemini başlatacak gücü sağlayan bir motorları yoktur. Suyu ve mineralleri
metrelerce uzunluktaki gövdeye pompalayacak bir teknik donanımları da mevcut
değildir. Ama kökler çok geniş bir alana yayılarak suyu çekebilirler. Peki,
kökler bu işi nasıl başarmaktadırlar?
Bu Sistem
Nasıl İşler?
Erişkin
bir akçaağaç sıcak bir günde 200 lt. su kaybeder. Bu miktar, ağaç için çok
önemli bir kayıptır. Hemen kaybolan miktarda suyun yerine konması gereklidir.
Bitkilerde bulunan kusursuz kök sistemi sayesinde buharlaşan suyun her damlası
anında yenilenir.40
Toprağın
derinliklerine dağılmış olan kökler, bitkinin ihtiyacı olan su ve mineralleri,
gövde ve dallar vasıtasıyla yapraklara kadar ulaştırırlar. Köklerin topraktaki
suyu emmeleri adeta bir sondajlama tekniğini andırır. Kök uçları, topraktaki
suyu bulana kadar toprağın derinliklerini aramaya devam ederler. Su köke,
öncelikle dış zarından ve kılcal hücrelerden girer. Hücre içinden ve hücre
kabuklarından gövde dokusuna geçer. Buradan da bitkinin her bölümüne dağıtılır.
Bitkinin
kusursuz bir şekilde yerine getirdiği bu işlem aslında son derece karmaşık bir
işlemdir. Öyle ki bu sistemin sırrı teknoloji ve uzay çağına eriştiğimiz
günümüzde bile tam olarak anlaşılabilmiş değildir. Ağaçlardaki, bu bir nevi
"hidrofor sistemi"nin varlığı yaklaşık iki yüzyıl önce
keşfedilmiştir. Ancak suyun yer çekimine aykırı bu hareketinin nasıl
gerçekleştiğine kesin bir açıklama getirebilen bir kanun hala bulunamamıştır.
Bu konuda bilim adamları sadece çeşitli teoriler öne sürmüşlerdir. Bu teorilerin
ortaya attığı mekanizmalardan deneylerle ispatlanabilenler, belli bir oranda
geçerli sayılmaktadırlar. Bilim adamlarının tüm bu uğraşıları neticesinde
varılan sonuç aslında hidrofor sistemindeki kusursuzluktur. Böylesine küçük bir
alana sığdırılmış olan teknoloji, bu sistemi var edenin benzersiz aklını bize
gösteren delillerden sadece bir tanesidir. Ağaçlardaki taşıma sistemlerini de
evrendeki her şey gibi Allah yaratmıştır.
Bitki
Köklerindeki Basınç Sistemi
Bitkiler,
köklerindeki hücrelerin iç basınçları dış basınçlarından az olduğunda dışarıdan
su alırlar. Başka bir deyişle bitki, topraktan ancak ihtiyacı olduğu zamanlarda
su almaktadır. Bunu belirleyen en önemli faktör, bitkinin köklerinin içinde
bulunan suyun meydana getirdiği basınç miktarıdır. Bu basıncın dışarıdaki
basınç miktarı ile dengelenmesi gereklidir. Bitki bunu sağlayabilmek için,
içerideki basınç miktarı azaldığında kökler vasıtası ile dışarıdan su alma
ihtiyacı duyar. Bunun tam tersi olduğunda ise, yani bitkideki iç basınç
dışarıdakine oranla daha yüksek olduğunda, bitki bu dengeyi sağlayabilmek için
bünyesindeki suyu yapraklarından dışarı bırakır.
Eğer suyun
topraktaki yoğunluğu normalde olduğundan
biraz daha yüksek olsaydı, dış basınç çok yüksek olacağından bitki
sürekli su alacak ve bir süre sonra bitki bundan zarar görecekti. Bunun tam
tersine suyun topraktaki yoğunluğu daha düşük olsaydı, bitki hücresi dış basınç
çok düşük olacağından dışarıdan hiçbir zaman su alamayacaktı. Hatta basıncı
dengelemek için bünyesindeki suyu dışarı salacak yani her iki durumda da
kuruyarak ölecekti.
Görüldüğü
gibi bitki kökleri ne eksik ne de fazla, sadece o anki şartlarda ihtiyaç
duyulan miktarda basınç ayarlaması yapabilecek bir denge-kontrol mekanizması
ile donatılmışlardır.
Köklerin
Topraktan İyonları Almaları
Bitki
kökünde yer alan hücreler, hücre içindeki reaksiyonlarda kullanmak için
topraktaki belli iyonları seçerler. Bu son derece önemli bir işlemdir. Çünkü
bitki hücreleri, kendi içlerindeki iyonların yoğunluğu, topraktaki iyonların
yoğunluğundan 1000 kez daha fazla olmasına rağmen bu iyonları hücre içine
kolaylıkla alabilirler.41
Normal
şartlar altında yüksek yoğunluktaki bir bölgeden, yoğunluğu daha az olan
bölgeye doğru madde akışı gerçekleşir. Fakat görüldüğü gibi bitki köklerinin
topraktan iyon temininde bunun tam tersi meydana gelmektedir. İşte bu nedenle
bu işlem için yüksek miktarda enerjiye ihtiyaç vardır.
İyonların
hücre zarından geçişinde iki faktör etkili olmaktadır. Zarın iyon geçirgenliği
ve zarın iki tarafındaki iyonların
yoğunluk farkı.
Bu iki
faktörü sorular sorarak inceleyelim. Bir bitkinin topraktaki elementlerin
içinden kendisine "gerekli olanları seçmesi" ne anlama gelmektedir?
Öncelikle buradaki "gerekli" kavramını ele alalım. Bu
"gereklilik" için kök hücresinin bitkinin tamamındaki elementleri
teker teker tanıması şarttır. Tanıdığı bu elementlerin de bitkinin her
yerindeki eksikliğini tespit etmesi ve ihtiyaç olarak belirlemesi
gerekmektedir. Yine soru soralım. Bir element nasıl tanınır? Eğer toprakta saf
halde bulunmuyorsa, yani başka elementlerle bir arada bulunuyorsa,
diğerlerinden ayırt etmek için ne yapmak gerekir?
Bir
kişinin önüne demir, kalsiyum, magnezyum, fosfor gibi elementler karışık olarak
koyulsa, hangisinin ne olduğunu hiç yardım almadan bulması mümkün müdür? Bu
kişi elementleri nasıl ayırt eder? Eğer bu konuda detaylı bir eğitim almışsa
ancak belli bir miktarını ayırt edebilecektir. Geri kalanların ise ne
olduklarını bilmesine imkan yoktur. Peki bitkiler bu ayrımı nasıl
yapmaktadırlar? Daha doğrusu bir bitkinin kendi kendine elementleri tanıması,
ayırt etmesi ve kendisine faydalı olanları bulması mümkün müdür? Böyle bir
işlemin milyonlarca yıldır her seferinde, en doğru şekilde gerçekleşmesi
tesadüfen mümkün olur mu? Her birinin
cevabı "imkansız" olan bu sorular hakkında daha derin ve ayrıntılı
düşünebilmek için köklerin nasıl bir seçicilik özelliğine sahip olduğunu ve bu
sırada gerçekleşen olayları inceleyelim.
Köklerin
Seçiciliği
Doğada
çeşitli şekillerde bulunduğunu bildiğimiz elementler, mineraller hakkındaki
kimya bilgilerimizi tekrar gözden geçirelim. Nerelerde bulunurlar, hangi madde
hangi sınıfa girer, aralarındaki farklar nelerdir, hangisinin ne olduğunu
anlamak için ne gibi deneyler ya da gözlemler yapmak gerekir, bu deneylerde
kimyasal olarak mı, yoksa fiziksel olarak mı daha hızlı sonuç elde edilir?
Sadece fiziksel olarak bakılacak olsa bir masaya koyulan bu maddeler arasında
kolaylıkla doğru bir sıralama yapılabilir mi? Renklerinden ya da şekillerinden
mineraller ayırt edilebilirler mi?
Bu soruları
çoğaltmak mümkündür. Bunlara verilen cevaplarsa aşağı yukarı aynı olacaktır.
Eğer bu konuda bir uzmanlaşma söz konusu değilse, lise ve üniversite
bilgilerinden arta kalanlarla verilen üstün körü cevaplar kişiyi kesin bir
sonuca götürmeyecektir. Mineraller hakkındaki bilgilerimizi sınamak için bu kez
de insan vücudundan örnekler verelim.
Vücudumuzda
toplam olarak yaklaşık üç kilo mineral vardır. Bunların bir kısmı organizmanın
sağlığı için mutlaka gereklidir ve hepsinin vücutta bulunması gereken belirli miktarlar
vardır. Örneğin vücutta kalsiyum olmasa dişler ve kemikler sertliğini kaybeder,
demir olmayınca hemoglobin de olmayacağından dokularımıza oksijen ulaşamazdı.
Potasyum ve sodyum olmasa hücrelerimiz elektrik yükünü kaybeder ve hızla
yaşlanırdık.
İnsan
vücudunda bulunan minerallerin aynısı toprakta da bulunur. Bunların da hepsinin
oranları, görevleri ve toprakta bulunuş şekilleri farklıdır ve bu minerallerden
faydalanan pek çok canlı vardır. Örneğin bitkilerde, kendileri için gerekli
olan elementleri topraktan kolaylıkla alabilecek şekilde sistemler var
edilmiştir. Yapılarında yer alan elementlerin hepsinin farklı kullanım
alanları, dolayısıyla topraktan alındıktan sonra gitmeleri gereken farklı
yerler vardır. Hepsinin görevi ayrıdır.
Bitkiler
ihtiyaçları olan tüm mineral besinlerini topraktan alırlar. Bu maddeler
toprakta tek olarak bulunmadığı için, bitki bunları iyon olarak emer. Toprak
çözeltisinde bulunan çok sayıdaki inorganik iyon arasından bitkiler sadece
ihtiyaçları olan 14 tanesini alırlar. Bitkiler, aslında bunlara toprakta
bulundukları yoğunluktan daha yüksek yoğunlukta ihtiyaç duyarlar. Bu da
gerçekte köklerin ne kadar mükemmel bir toplama sistemine sahip olduklarını
gösterir. Öyle ki kökler, ihtiyaçları olan iyonları kendi bünyelerindeki yüksek
yoğunluğa rağmen kök hücrelerinden geçirerek pompalarlar.42
Basınç
sisteminin tersine işleyen bir şekilde gerçekleşen bu pompalama işlemi oldukça
zorlu bir iştir. Bu nedenle pompalara yüksek enerji sağlanması gereklidir.
Sonuçta, istenilen iyonları çeken ve istenmeyenleri geri iten bir tanıyıcı
sistem olması da zorunludur. Bu da iyon pompalarının sadece basit birer pompa
olmadıklarını, iyonları seçme özelliğine de sahip olduklarını göstermektedir.
Ayrıca bitkilerin topraktan seçilmiş iyonları emerek kullanması, onların tüm
canlılar için neden değerli bir mineral besin kaynağı olduğunu da
açıklamaktadır.
Bir
bitkinin sağlıklı olarak yaşayabilmesi için nitrojen, potasyum, fosfor,
kalsiyum, magnezyum, sülfür gibi ana elementlere ihtiyacı vardır. Bu maddelerin
çoğunu bitkiler topraktan direkt olarak temin edebilirken azot için durum
farklıdır. Atmosferde %80lik bir orana sahip olan bu gazı bitkiler havadan
doğrudan alamazlar. Ancak toprakta bulunan ve nitrojen bağlayan bakterilerden
bu ihtiyaçlarını karşılayabilirler.
Diğer
elementler de sağlıklı gelişim için gereklidir. Fakat bunlara oldukça az
miktarlarda ihtiyaç duyulur. Bu grup demir, klor, bakır, manganez, çinko,
molibden ve bor içerir.
Bu on üç
gerekli minerale ek olarak bitkiler karbon, hidrojen ve oksijen gibi üç temel
yapı taşına da ihtiyaç duyarlar ve bunları atmosferdeki karbondioksit, oksijen
ve sudan alırlar. Tüm bitkiler toplam olarak bu 16 elemente ihtiyaç duyarlar.
Bu
elementlerin yeteri kadar alınamaması ya da fazla alınması durumunda bitkide
çeşitli eksiklikler ortaya çıkacaktır.
Örneğin
nitrojen, topraktan fazla alınması durumunda yüksek ısıda kolay kırılmaya ve
güçsüz büyümeye sebep olabilir, az alınması durumundaysa bitkilerde sararma,
kırmızılıkların ve morlukların oluşması, az tomurcuklanma ve geç büyüme gibi
sonuçlar doğurabilir. Fosfor eksikliğindeyse, büyüme yavaşlar, renk koyulaşır,
bazı bitkilerdeki yapraklarda kahverengileşme ve morarma oluşur, yine
tomurcuklanma azalır ve alttaki yapraklar dökülür, çiçek açımı azalır. Körpe bitkilerin
gelişmesi ve tohumlanma için fosfor çok önemli bir elementtir. Kısacası
bitkilerin sağlıklı büyümeleri için bu iyonların varlığı ve topraktan gerektiği
kadar alınmaları şarttır.43
Bitkiler
bu iyon seçici mekanizmaya sahip olmasalardı ne olurdu? Topraktan sadece
gerekenleri değil de her türlü minerali alsalardı ya da gereğinden daha az ya
da fazla mineral alsalardı neler olurdu? Hiç kuşkusuz ki şu anda yeryüzünde
bulunan kusursuz dengede önemli bozulmalar meydana gelirdi. Allah yeryüzünde
mükemmel bir sistem var etmiştir. Yarattığı tüm canlıları koruyan Allah çok
üstün güç sahibi olan Yaratıcımız'dır.
Üzerlerindeki
göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun
hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar
bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik.
(Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve
bir zikirdir. (Kaf Suresi, 6-8)
Yapraklar ve Fotosentez
On yedinci
yüzyılda yaşamış Belçikalı bir fizikçi olan Jan Baptista Van Helmont bilimsel
deneylerinden birinde bir söğüt ağacının büyümesini gözlemledi ve çeşitli
ölçümler yaptı. Ağacı önce tarttı, ardından 5 yıl sonra ikinci kez tekrar
tarttı ve ağırlığını 75 kg artmış olarak buldu. Bitkinin içinde büyüdüğü
kaptaki toprağı tarttığındaysa, bu 5 yıllık zaman içinde sadece birkaç gram
azaldığını gördü. Fizikçi Van Helmont, bu deneyinde, söğüt ağacının büyüme
sebebinin sadece saksıdaki toprak olmadığını ortaya çıkardı. Bitki büyümek için
toprağın çok az bir kısmını kullandığına göre başka bir yerlerden besin alıyor
olmalıydı.44
İşte 17.
yüzyılda Van Helmont'un keşfetmeye çalıştığı bu olay, bazı aşamaları günümüzde
dahi tam olarak anlaşılamamış olan fotosentez işlemidir. Yani bitkilerin kendi
besinlerini kendilerinin üretmeleridir.
Bitkiler
besinlerini üretirken sadece topraktan faydalanmazlar. Topraktaki minerallerin
yanında, suyu ve havadaki CO2'i de kullanırlar. Bu hammaddeleri alıp
yapraklarındaki mikroskobik fabrikalardan geçirerek fotosentez yaparlar.
Fotosentez işleminin aşamalarını incelemeden önce fotosentezde son derece
önemli bir role sahip olan yaprakların incelenmesinde fayda vardır.
Yaprakların
Genel Yapısı
Hem genel
yapı olarak, hem de mikrobiyolojik açıdan incelendiğinde yaprakların her
yönüyle en fazla enerji üretimini sağlamak üzere planlanmış, çok detaylı ve
kompleks sistemlere sahip oldukları görülecektir. Yaprağın enerji üretebilmesi
için ısı ve karbondioksidi dış ortamdan alması gerekir. Yapraklardaki tüm
yapılar da bu iki maddeyi kolaylıkla alacak şekilde düzenlenmiştir.
Öncelikle
yaprakların dış yapılarını inceleyelim.
Yaprakların
dış yüzeyleri geniştir. Bu da fotosentez için gerekli olan gaz
alış-verişlerinin (karbondioksidin emilmesi ve oksijenin atılması gibi
işlemlerin) kolay gerçekleşmesini sağlar.
Yaprağın
yassı biçimiyse tüm hücrelerin dış ortama yakın olmasını sağlar. Bu sayede de
gaz alış-verişi kolaylaşır ve güneş ışınları, fotosentez yapan hücrelerin
hepsine ulaşabilir. Bunun aksi bir durumu gözümüzün önüne getirelim. Yapraklar
eğer yassı ve ince bir yapıya değil de herhangi bir geometrik şekle ya da
anlamsız rasgele bir şekle sahip olsalardı yaprak fotosentez işlevini sadece
güneş ile doğrudan temas eden bölgelerinde gerçekleştirebilecekti. Bu da bitkilerin
yeterli enerji ve oksijen üretememesi anlamına gelecekti. Bunun canlılar için
en önemli sonuçlarından biri de hiç kuşkusuz ki yeryüzünde bir enerji açığının
ortaya çıkması olurdu.
Yapraklardaki
özel olarak "tasarlanmış" olan sistemler sadece bunlarla sınırlı
değildir. Yaprak dokusunun önemli bir özelliği daha vardır. Bu özellik ışığa
karşı duyarlı olmasıdır. Bu sayede ışık kaynağına yönelme, yani fototropizm adı
verilen olay gerçekleşir. Bu, saksı bitkilerinde de rahatça gözlemlenen,
bitkilerin yapraklarını güneşin geldiği yöne doğru çevirmesine neden olan
olaydır. Bitki böylelikle güneş ışığından daha fazla faydalanabilir.
Yapraklar
bitkilerin hem nükleer enerji üreten santralleri, hem besin üreten fabrikaları,
hem de önemli reaksiyonları gerçekleştirdikleri laboratuvarlarıdır. Yapraklarda
hayati önem taşıyan bu işlemlerin nasıl gerçekleştirildiğini anlamak için
yaprakların fizyolojik yapısını da kısaca incelemek gerekir.
Yaprağın
iç yapısının enine kesiti alınarak bakılacak olursa dört tabakalı bir yapı
olduğu görülecektir.
Bu
yapılardan ilki kloroplast içermeyen epidermis tabakasıdır. Yaprağı alttan ve
üstten örten epidermis tabakasının özelliği, yaprağı dış etkilerden
korumasıdır. Epidermisin üstü koruyucu ve su geçirmez mumsu bir madde ile sarılıdır.
Bu maddeye kütiküla adı verilir. Yaprağın iç dokusuna baktığımızda ise genelde
iki hücre tabakasından oluştuğunu görürüz. Bunlardan iç dokuyu oluşturan
Palizad dokuda kloroplastça zengin hücreler, aralarında hiç boşluk bırakmadan
yan yana dizilirler. Bu doku fotosentezi yürüten dokudur. Bunun altında bulunan
Sünger doku ise, solunumu sağlayan dokudur. Sünger dokudaki hücreler, diğer
bölümlerdeki hücrelere göre daha gevşek bir şekilde birbirine kenetlenmiştir.
Ayrıca bu dokunun hücreleri arasında hava ile dolu boşluklar vardır.45 Görüldüğü gibi bu dokuların hepsi
yaprağın yapısında son derece önemli görevlere sahiptir. Bu tür düzenlemeler
yaprakta ışığın daha iyi dağılıp yayılmasını sağlayarak fotosentez işleminin
gerçekleşmesi açısından son derece büyük bir önem taşırlar. Bütün bunların yanı
sıra yaprak yüzeyinin büyüklüğüne göre yaprağın işlem yapma (solunum,
fotosentez gibi) yeteneği de artar. Örneğin birbirine geçmiş tropikal yağmur
ormanlarında genellikle geniş yapraklı bitkiler yetişir. Bunun çok önemli
sebepleri vardır. Sürekli ve çok miktarda yağmurun yağdığı, birbirine geçmiş
ağaçlardan oluşan tropikal ormanlarda güneş ışığının bitkilerin her yerine eşit
ulaşması oldukça zordur. Bu da ışığı yakalamak için gerekli olan yaprak
yüzeyinin artırılmasını gerekli kılar. Güneş ışığının zor girdiği bu alanlarda
bitkilerin besin üretebilmeleri için yaprak yüzeylerinin büyük olması hayati
önem taşımaktadır. Çünkü bu özellikleri sayesinde tropik bitkiler değişik
yerlerden, en fazla faydalanacak şekilde güneş ışığına ulaşmış olurlar.
Tam aksine
kuru ve sert iklimlerde ise küçük yapraklar bulunur. Çünkü bu iklim şartlarında
bitkiler için dezavantaj olan asıl nokta ısı kaybıdır. Ve yaprak yüzeyi
genişledikçe su buharlaşması, dolayısıyla ısı kaybı artar. Bu yüzden ışık
yakalayan yaprak yüzeyi, bitkinin su tasarrufu yapabilmesi için iktisatlı
davranacak şekilde yaratılmıştır. Çöl ortamlarında yaprak kısıtlaması aşırı
seviyelere ulaşır. Örneğin kaktüslerde yaprak yerine artık dikenler vardır. Bu
bitkilerde fotosentez etli gövdenin kendisinde yapılır. Ayrıca gövde suyun
depolandığı yerdir.
Fakat su
kaybının kontrol edilmesi için bu da tek başına yeterli değildir. Çünkü her ne
kadar yaprak küçük olsa da gözeneklerin bulunması su kaybını devam
ettirecektir. Bu yüzden buharlaşmayı dengeleyecek bir mekanizmanın varlığı
zorunludur. Bitkiler de, fazla buharlaşmayı düzenleyen bir çıkış yoluna
sahiptirler. Bünyelerindeki su kaybını, gözenek açıklığının kontrolü ile
denetim altında tutarlar. Bunun için gözenek açıklıklarını (porları) genişletir
veya daraltırlar.
Yaprakların
tek görevi fotosentez için ışığı hapsetmeye çalışmak değildir. Havadaki
karbondioksidi yakalayıp onu fotosentezin oluştuğu yere ulaştırmaları da aynı
derecede önemlidir. Bitkiler bu işlemi de yaprakların üzerinde yer alan
gözenekler vasıtasıyla gerçekleştirirler.
Kusursuz
bir tasarım: Gözenekler
Yaprakların
üzerindeki bu mikroskobik delikler ısı ve su transferi sağlamak ve fotosentez
için gerekli olan CO2'i atmosferden temin etmekle görevlidirler.
Gözenek olarak adlandırılan bu delikler, gerektiğinde açılıp kapanabilecek bir
yapıya sahiptirler. Gözenekler açıldığında yaprağın hücreleri arasında bulunan
oksijen ve su buharı, fotosentez için gereken karbondioksit ile değiştirilir.
Böylece üretim fazlalıkları dışarı atılırken, ihtiyaç duyulan maddeler
değerlendirilmek üzere içeri alınmış olur.
Gözeneklerin
ilgi çekici yönlerinden biri, yaprakların çoğunlukla alt kısımlarında yer
almalarıdır. Bu sayede, güneş ışığının olumsuz etkisinin en aza indirilmesi
sağlanır. Bitkideki suyu dışarı atan gözenekler, eğer yaprakların üst
kısımlarında yoğun olarak bulunsalardı, çok uzun süre güneş ışığına maruz
kalmış olacaklardı. Bu durumda da bitkinin sıcaktan ölmemesi için gözenekler
bünyelerindeki suyu sürekli olarak dışarı atacaklardı, böyle olunca da bitki
aşırı su kaybından ölecekti. Gözeneklerin bu özel tasarımı sayesinde ise,
bitkinin su kaybından zarar görmesi engellenmiş olur.
Yaprakların
üst deri dokusu üzerinde çifter çifter yerleşmiş bulunan gözeneklerin biçimleri
fasulyeye benzer. Karşılıklı içbükey yapıları, yaprakla atmosfer arasındaki gaz
alışverişini sağlayan gözeneklerin açıklığını ayarlar. Gözenek ağzı denilen bu
açıklık, dış ortamın koşullarına (ışık, nem, sıcaklık, karbondioksit oranı) ve
bitkinin özellikle su ile ilgili iç durumuna bağlı olarak değişir. Gözenek
ağızlarının açıklığı ya da küçük oluşu ile bitkinin su ve gaz alışverişi
düzenlenir.
Dış
ortamın tüm etkileri göz önüne alınarak düzenlenmiş olan gözeneklerin yapısında
çok ince detaylar vardır. Bilindiği gibi dış ortam koşulları sürekli değişir.
Nem oranı, sıcaklık derecesi, gazların oranı, havadaki kirlilik… Yapraklardaki
gözenekler tüm bu değişken şartlara uyum gösterebilecek yapıdadırlar.
Bunu bir
örnekle şöyle açıklayabiliriz. Şeker kamışı ve mısır gibi uzun süre sıcağa ve
kuru havaya maruz kalan bitkilerde, gözenekler suyu muhafaza edebilmek için gün
boyunca tamamen ya da kısmen kapalı kalırlar. Bu bitkilerin de gündüz
fotosentez yapabilmek için karbondioksit almaları gerekir. Normal şartlar altında
bunu sağlayabilmek için de gözeneklerinin olabildiğince açık olması gerekir. Bu
imkansızdır. Çünkü böyle bir durumda bitki, sıcaklığa rağmen sürekli açık olan
gözenekleri yüzünden devamlı su kaybeder ve bir süre sonra da ölür. Bu nedenle
bitkinin gözeneklerinin kapalı olması gereklidir.
Fakat bu
problem de çözülmüştür. Sıcak bölgelerde yaşayan bazı bitkiler havadaki
karbondioksidi yapraklarına daha verimli bir şekilde alan birer karbondioksit
pompasına sahiptir ve, gözenekleri kapalı da olsa, yapraklarına karbondioksidi
alabilmek için kimyasal pompalar kullanmaktadırlar.46 Bu kimyasal pompaların bir süre
yokluğu durumunda CO2 temin edilemediği için bitki besin
üretemeyecek ve ölecektir. Bu da yapraklardaki bu kompleks pompaların zaman
içinde ortaya çıkan raslantılarla oluşmasının imkansız olduğunun bir
göstergesidir. Bitkilerdeki bu sistem de diğerleri gibi ancak bütün parçaları
eksiksiz olduğunda fonksiyonlarını yerine getirebilmektedir. Dolayısıyla,
bitkilerdeki gözeneklerin de tesadüfler sonucu evrimleşerek ortaya çıkmış
olmaları ihtimal dışıdır. Son derece özel bir yapısı olan gözenekler de
görevlerini en hassas biçimde yerine getirecek şekilde özel olarak
yaratılmışlardır.
Evrimcilere
Göre Yaprakların Oluşumu
Görüldüğü
gibi küçük yeşil bir cisme son derece kusursuz bir şekilde sığdırılmış kompleks
yapılar vardır. Yapraklardaki bu kompleks sistem milyonlarca yıldır
kusursuzlukla işlemektedir. Peki bu sistemler nasıl olup da bu kadar küçük bir
alana sığdırılmışlardır? Yapraklardaki kompleks tasarım nasıl oluşmuştur? Bu
kadar mükemmel ve örneksiz bir tasarımın kendi kendine oluşması mümkün müdür?
Bu sorular
evrim teorisini savunanlara sorulacak olursa alınacak cevaplar her
zamankilerden farklı olmayacaktır. Hiçbir mantığı olmayan, kendi içinde sürekli
çelişen açıklamalarla çeşitli varsayımlar ortaya atacaklardır. Kurdukları
hayali evrim senaryolarıyla sayısız çeşitlilikteki bitkinin, ağacın, çiçeğin,
deniz bitkilerinin, otların, mantarların "nasıl ortaya çıktıkları"
sorusuna cevap vermeye çalışacaklar, fakat başaramayacaklardır.
Evrimcilerin,
yaprakların oluşumu ile ilgili olarak ortaya attıkları teoriler incelendiğinde
bunların son derece anlamsız, hatta gülünç denebilecek iddialarla dolu
oldukları görülür. Bunlardan bir tanesine (Telome teorisine) göre yapraklar,
bitki gövdesindeki sistemlerin defalarca tekrarlanan kompleks dallanma ve
birleşmeleri ile gelişmiştir.47 Sorular sorarak bu temelsiz iddiayı
inceleyelim:
-Bu dallar
niçin birleşme ve yassılaşma gereği duymuşlardır?
-Bu
birleşme ve yassılaşma nasıl bir süreç sonucunda gerçekleşmiştir,
-Dallar ne
tür tesadüfler sonucunda yapı ve tasarım olarak tamamen farklı yapıdaki
yapraklara dönüşmüşlerdir?
-İlkel
damarlı bitkilerden nasıl olup da binlerce, milyonlarca çeşitteki bitkiler,
ağaçlar, çiçekler, otlar ortaya çıkmıştır?
Evrimcilerin
bu soruların hiçbirisi hakkında mantıklı ve bilimsel bir cevapları yoktur.
Evrimciler her konuda olduğu gibi bitkilerin varoluşu konusunda da bütünüyle
hayal gücüne dayalı senaryolardan başka bir açıklama üretemezler.
Bu konudaki
başka bir teori olan "Enation Teorisi"ne göreyse yapraklar, sözde
bitki gövdesinden çıkan birtakım yapılardan ortaya çıkmışlardır.48
Evrimcilerin
bu iddialarını da yine sorular sorarak inceleyelim:
Nasıl olup
da gövdenin belirli yerlerinde bir yaprak oluşturmak üzere çıkıntılı bir yapı
oluşmuştur?
Bunlar
daha sonra nasıl yapraklara dönüşmüşlerdir? Üstelik de sayısız çeşide sahip
kusursuz bir yapı olan yapraklara…
Biraz daha
geriye gidelim. Bu yapıların çıktığı bitki gövdesi nasıl oluşmuştur?
Bunlara
benzer soruların da evrimcilerce verilmiş hiçbir bilimsel cevapları yoktur.
Gerçekte
her iki teorinin de anlatmak istediği hikaye şudur: Bitkiler evrimcilere göre,
sözde tesadüfen gelişen olaylar sonucunda ortaya çıkmışlardır. Tesadüfen bitki
gövdeleri, dallar oluşmuş, bir başka tesadüf olmuş klorofil kloroplastın içinde
var olmuş, başka tesadüflerle yapraktaki tabakalar oluşmuş, tesadüfler
tesadüfleri kovalamış ve sonunda kusursuz ve son derece özel yapısıyla
yapraklar ortaya çıkmıştır.
Bu arada
yaprakta tesadüfen oluştuğu iddia edilen bu yapıların hepsinin aynı anda ortaya
çıkması gerektiği de göz ardı edilmemesi gereken bir gerçektir. Evrimcilere
göre yapraktaki mekanizmaların tümü kendi kendine gelişen tesadüflerle ve zaman
içinde yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Yine aynı evrimci mantığın devamı,
kullanılmayan organların ya da sistemlerin kaybolmasını öngörmektedir.
Yapraktaki düzeneklerin hepsi birbirine bağlı olduğundan, bir tanesinin
tesadüfler sonucu ortaya çıkmış olması bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü
evrimci mantığın ikinci aşamasına göre bu düzenek, işe yaramadığından dolayı
ortadan kalkacaktır. Bu yüzden bitkinin yaşamını sürdürebilmesi için kökündeki,
dallarındaki ve yapraklarındaki kompleks sistemlerin hepsinin aynı anda var
olması gerekmektedir.
Yeryüzündeki
her canlıda olduğu gibi bitkilerde de tam anlamıyla kusursuz sistemler
kurulmuştur ve ilk yaratıldıkları andan itibaren özelliklerinde hiçbir
değişiklik olmadan günümüze kadar gelmişlerdir. Yapraklarını dökmelerinden,
kendilerini güneşe çevirmelerine, yeşil renklerinden, gövdelerindeki odunsu
yapıya, köklerinin varlığından meyvelerinin oluşmasına kadar olan tüm yapıları
örneksizdir. Daha iyi sistemlerin oluşturulması hatta benzerlerinin
oluşturulması (mesela fotosentez işlemi) günümüz teknolojisiyle mümkün bile
değildir.
Bu
komplekslik de yaprakların tesadüfen oluşamayacağının delillerinden biridir.
Yapraklar özel olarak bitkilerin besin üretmesi, solunum yapmaları gibi
ihtiyaçlar için tasarlanmış yapılara sahiptirler. Özel bir tasarımın varlığı,
bir tasarlayıcının varlığını kanıtlar. Tasarımdaki detaylar ve kusursuzluk da
tasarımcının aklını, bilgisini ve sanatının gücünü bize tanıtır. Yaprakları en
mükemmel tasarımlarıyla yaratan hiç kuşkusuz ki tüm alemlerin Rabbi olan
Allah'tır.
Fotosentez
Mucizesi
Dünya,
canlı yaşamına en uygun olacak şekilde, özel olarak tasarlanmış bir gezegendir.
Atmosferindeki gazların oranından, güneşe olan uzaklığına, dağların
varlığından, suyun içilebilir olmasına, bitkilerin çeşitliliğinden yeryüzünün
sıcaklığına kadar kurulmuş olan pek çok hassas denge sayesinde dünya
yaşanabilir bir ortamdır.
Yaşamı
oluşturan öğelerin devamlılığının sağlanabilmesi için de hem fiziksel şartların
hem de bazı biyokimyasal dengelerin korunması gereklidir. Örneğin nasıl ki canlıların
yeryüzünde yaşamaları için yer çekimi kuvveti vazgeçilmez ise, bitkilerin
ürettiği organik maddeler de yaşamın devamı için bir o kadar önemlidir.
İşte
bitkilerin bu organik maddeleri üretmek için gerçekleştirdikleri işlemlere,
daha önce de belirttiğimiz gibi fotosentez denir. Bitkilerin kendi besinlerini
kendilerinin üretmesi olarak da özetlenebilecek olan fotosentez işlemi,
bunların diğer canlılardan ayrıcalıklı olmasını sağlar. Bu ayrıcalığı sağlayan,
bitki hücresinde insan ve hayvan hücrelerinden farklı olarak güneş enerjisini
direkt olarak kullanabilen yapılar bulunmasıdır. Bu yapıların yardımıyla, bitki
hücreleri güneşten gelen enerjiyi insanlar ve hayvanlar tarafından besin
yoluyla alınacak enerjiye çevirirler ve yine çok özel yollarla depolarlar. İşte
bu şekilde fotosentez işlemi tamamlanmış olur.
Gerçekte
bütün bu işlemleri yapan, bitkinin tamamı değildir, yaprakları da değildir,
hatta bitki hücresinin tamamı da değildir. Bu işlemleri bitki hücresinde yer
alan ve bitkiye yeşil rengini veren "kloroplast" adı verilen organel
gerçekleştirir. Kloroplastlar, milimetrenin binde biri kadar büyüklüktedir, bu
yüzden yalnızca mikroskopla gözlemlenebilirler. Yine fotosentezde önemli bir
rolü olan kloroplastın çeperi de, metrenin yüz milyonda biri kadar bir
büyüklüktedir. Görüldüğü gibi rakamlar son derece küçüktür ve bütün işlemler bu
mikroskobik ortamlarda gerçekleşir. Fotosentez olayındaki asıl hayret verici
noktalardan biri de budur.
Sır dolu
bir fabrika: Kloroplast
Kloroplastta
fotosentezi gerçekleştirmek üzere hazırlanmış thylakoidler, iç zar ve dış zar,
stromalar, enzimler, ribozom, RNA ve DNA gibi oluşumlar vardır. Bu oluşumlar
hem yapısal hem de işlevsel olarak birbirlerine bağlıdırlar ve her birinin
kendi bünyesinde gerçekleştirdiği son derece önemli işlemler vardır. Örneğin
kloroplastın dış zarı, kloroplasta madde giriş-çıkışını kontrol eder. İç zar
sistemi ise "thylakoid" olarak adlandırılan yapıları içermektedir.
Disklere benzeyen thylakoid bölümünde pigment (klorofil) molekülleri ve
fotosentez için gerekli olan bazı enzimler yer alır. Thylakoidler
"grana" adı verilen kümeler meydana getirerek, güneş ışığının en
fazla miktarda emilmesini sağlarlar. Bu da bitkinin daha fazla ışık alması ve
daha fazla fotosentez yapabilmesi demektir.
Bunlardan
başka kloroplastlarda "stroma" adı verilen ve içinde DNA, RNA,
ribozomlar ve fotosentez için gerekli olan enzimleri barındıran bir de sıvı
bulunur. Kloroplastlar sahip oldukları bu DNA ve ribozomlarla hem kendilerini
çoğaltırlar, hem de bazı proteinlerin üretimini gerçekleştirirler.49
Fotosentezdeki
başka bir önemli nokta da bütün bu işlemlerin çok kısa, hatta gözlemlenemeyecek
kadar kısa bir süre içinde gerçekleşmesidir. Kloroplastların içinde bulunan
binlerce "klorofil"in aynı anda ışığa tepki vermesi, saniyenin binde
biri gibi inanılmayacak kadar kısa bir sürede gerçekleşir.
Bilim
adamları kloroplastların içinde gerçekleşen fotosentez olayını uzun bir
kimyasal reaksiyon zinciri olarak tanımlarlarken, işte bu hız nedeniyle
fotosentez zincirinin bazı halkalarında neler olduğunu anlayamamakta ve
olanları hayranlıkla izlemektedirler. Anlaşılabilen en net nokta, fotosentezin
iki aşamada meydana geldiğidir. Bu aşamalar "aydınlık evre" ve
"karanlık evre" olarak adlandırılır.
Aydınlık
Evre
Bitkilerin
fotosentez işleminde kullanacakları tek enerji kaynağı olan güneş ışığı değişik
dalga boylarındaki ışınımların birleşimidir ve bu dalgaların enerji yükü
birbirinden farklıdır. Güneş ışığındaki dalgaların ayrıştırılması ile ortaya
çıkan ve tayf adı verilen renk dizisinin bir ucunda kırmızı ve sarı tonları,
öbür ucunda da mavi ve mor tonları bulunur. Bitkiler fotosentez sırasında güneş
ışınlarından tayfın iki ucundaki renkleri, daha doğrusu dalga boylarını
soğururlar, yani emerler. Buna karşılık tayfın ortasında yer alan yeşil
tonlardaki ışınların pek azını soğurup büyük bölümünü yansıtırlar. Bunu da
kloroplastların içinde bulunan klorofil pigmentleri sayesinde
gerçekleştirirler. İşte yaprakların çoğu zaman yeşil gözükmesinin nedeni de
budur.50
Fotosentez
işlemi bitkilerin yeşil görünmesine neden olan bu pigmentlerin güneş ışığını
soğurmasından kaynaklanan hareketlenme ile başlar. Acaba klorofiller bu
hareketlenme ile fotosentez işlemine nasıl başlamaktadırlar? Bu sorunun
cevabının verilebilmesi için öncelikle kloroplastların içinde bulunan ve
klorofilleri içinde barındıran Thylakoid'in yapısının incelenmesinde fayda
vardır.
"Klorofiller,
"klorofil-a" ve "klorofil-b" olarak ikiye ayrılırlar. Bu
iki çeşit klorofil güneş ışığını soğurduktan sonra elde ettikleri enerjiyi fotosentez
işlemini başlatacak olan fotosistemler içinde toplarlar. Thaylakoid'in detaylı
yapısının anlatıldığı resimde de görüldüğü gibi fotosistemler kısaca,
thylakoid'in içinde yer alan bir grup klorofil olarak tanımlanabilir.
Yeşil
bitkilerin tamamına yakını bir fotosistem ile tek aşamalı fotosentez
gerçekleştirirken, bitkilerin %3'ünde fotosentezin iki aşamalı olmasını
sağlayacak iki farklı fotosistem bölgesi bulunur. "Fotosistem I", ve
"Fotosistem II" olarak adlandırılan bu bölgelerde toplanan enerji daha
sonra tek bir "klorofil-a" molekülüne transfer edilir. Böylece her
iki fotosistemde de reaksiyon merkezleri oluşur. Işığın emilmesiyle elde edilen
enerji, reaksiyon merkezlerindeki yüksek enerjili elektronların gönderilmesine,
yani kaybedilmesine neden olur. Bu yüksek enerjili elektronlar daha sonraki
aşamalarda suyun parçalanıp oksijenin elde edilmesi için kullanılır.
Bu aşamada
bir dizi elektron değiş tokuşu gerçekleşir. "Fotosistem I" tarafından
verilen elektron, "Fotosistem II" den salınan elektron ile yer
değiştirir. "Fotosistem II" tarafından bırakılan elektronlar da suyun
bıraktığı elek-tronlarla yer değiştirir. Sonuç olarak su, oksijen, protonlar ve
elektronlar olmak üzere ayrıştırılmış olur.51
Elektron
akışının sonunda, suyun ayrışmasından sonra ortaya çıkan protonlar ve
elektronlar thylakoid'in iç kısmına taşınarak hidrojen taşıyıcı molekül olan
NADP (nikotinamid adenin dinükliotid fosfat) ile birleşirler. Neticede NADPH
molekülü ortaya çıkar. Elektronlar elektron taşıma sistemiyle taşınırken, thylakoid
zarı boyunca bir proton eğimi oluşur. Eğimin potansiyel enerjisi ATP molekülünü
(hücrenin işlemlerinde kullanacağı bir enerji paketçiği) meydana getirmek için
kullanılır. Bütün bu işlemler sonucunda bitkilerin besin üretebilmesi için
ihtiyaç duydukları enerji artık kullanılmaya hazır hale gelmiştir.
Bir
reaksiyonlar zinciri olarak özetlemeye çalıştığımız bu olaylar fotosentez
işleminin sadece ilk yarısıdır. Bitkilerin besin üretebilmesi için enerji
gereklidir. Bunun temin edilebilmesi için düzenlenmiş olan "özel yakıt
üretim planı" sayesinde diğer işlemler de eksiksiz tamamlanır.
Karanlık
Evre
Fotosentezin
ikinci aşaması olan Karanlık Evre ya da Calvin Çevrimi olarak adlandırılan bu
işlemler, kloroplastın "stroma" diye adlandırılan bölgelerinde gerçekleşir.
Aydınlık evre sonucunda ortaya çıkan enerji yüklü ATP ve NADPH molekülleri,
karbondioksiti organik karbona indirgemek için kullanılır.52 Karanlık evrenin
nihai ürünü, hücrenin ihtiyaç duyduğu diğer organik bileşikler için başlangıç
malzemesi olarak kullanılacaktır.
Burada
kısaca özetlenen bu reaksiyon zincirini kaba hatlarıyla anlayabilmek bilim
adamlarının yüzyıllarını almıştır. Yeryüzünde başka hiçbir şekilde üretilemeyen
karbonhidratlar ya da daha geniş anlamda organik maddeler milyonlarca yıldır
bitkiler tarafından üretilmektedir. Üretilen bu maddeler diğer canlılar için en
önemli besin kaynaklarındandır.
Fotosentez
reaksiyonları sırasında farklı özelliklere ve görevlere sahip enzimler ile
diğer yapılar tam bir iş birliği içinde çalışırlar. Ne kadar gelişmiş bir
teknik donanıma sahip olursa olsun dünya üzerindeki hiçbir laboratuvar,
bitkilerin kapasitesiyle çalışamaz. Oysa bitkilerde bu işlemlerin tümü
milimetrenin binde biri büyüklüğündeki bir organelde meydana gelmektedir.
Şekilde görülen formülleri, sayısız çeşitlilikteki bitki hiç şaşırmadan,
reaksiyon sırasını hiç bozmadan, fotosentezde kullanılan hammadde miktarlarında
hiçbir karışıklık olmadan milyonlarca yıldır uygulamaktadır.
Ayrıca
fotosentez işlemi ile, hayvanların ve insanların enerji tüketimleri arasında da
önemli bir bağlantı vardır. Aslında yukarıda anlatılan karmaşık işlemlerin
özeti, bitkilerin fotosentez sonucu canlılar için mutlaka gerekli olan glukozu
ve oksijeni meydana getirmeleridir. Bitkilerin ürettiği bu ürünler diğer canlılar
tarafından besin olarak kullanılırlar. İşte bu besinler vasıtasıyla canlı
hücrelerinde enerji üretilir ve bu enerji kullanılır. Bu sayede bütün canlılar
güneşten gelen enerjiden faydalanmış olurlar.
Canlılar
fotosentez sonucu oluşan besinleri yaşamsal faaliyetlerini sürdürmek için
kullanırlar. Bu faaliyetler sonucunda atık madde olarak atmosfere karbondioksit
verirler. Ama bu karbondioksit hemen bitkiler tarafından yeniden fotosentez
için kullanılır. Bu mükemmel çevirim böylelikle sürer gider.
Fotosentez
İçin Gerekli Olan Her Şey Gibi Güneş Işığı da Özel Olarak Ayarlanmıştır
Bu
kimyasal fabrikada her şey olup biterken, işlemler sırasında kullanılacak
enerjinin özellikleri de ayrıca tespit edilmiştir. Fotosentez işlemi bu yönüyle
incelendiğinde de, gerçekleşen işlemlerin ne kadar büyük bir hassasiyetle
düzenlenmiş olduğu görülecektir. Çünkü güneşten gelen ışığın enerjisinin
özellikleri, tam olarak kloroplastın kimyasal tepkimeye girmesi için ihtiyaç
duyduğu enerjiyi karşılamaktadır.
Bu hassas
dengenin tam anlaşılabilmesi için güneş ışığının fotosentez işlemindeki
fonksiyonlarını ve önemini şöyle bir soruyla inceleyelim:
Güneş'in
ışığı fotosentez için özel olarak mı ayarlanmıştır? Yoksa bitkiler, gelen ışık
ne olursa olsun, bu ışığı değerlendirip ona göre fotosentez yapabilecek bir
esnekliğe mi sahiptirler?
Bitkiler
hücrelerindeki klorofil maddelerinin ışık enerjisine karşı duyarlı olmaları
sayesinde fotosentez yapabilirler. Buradaki önemli nokta klorofil maddelerinin
çok belirli bir dalga boyundaki ışınları kullanmalarıdır. Güneş tam da
klorofilin kullandığı bu ışınları yayar. Yani güneş ışığı ile klorofil arasında
tam anlamıyla bir uyum vardır.
Amerikalı
astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe adlı kitabında bu
kusursuz uyum hakkında şunları yazmaktadır:
Fotosentezi
gerçekleştiren molekül, klorofildir... Fotosentez mekanizması, bir klorofil
molekülünün Güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi
için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır.
Bu konuda
örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir televizyonun, bir kanalın yayınını
yakalayabilmesi için, doğru frekansa ayarlanmış olması gerekir. Kanalı başka
bir frekansa ayarlayın, görüntü elde edemezsiniz. Aynı şey fotosentez için de
geçerlidir. Güneş'i televizyon yayını yapan istasyon olarak kabul ederseniz,
klorofil molekülünü de televizyona benzetebilirsiniz. Eğer bu molekül ve Güneş
birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Ve Güneş'e
baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi olduğunu görürüz.53
Kısacası
fotosentez işleminin gerçekleşebilmesi için şu anki şartların olması
zorunludur. İşte bu noktada akla gelebilecek bir soruyu daha değerlendirmekte
fayda vardır:
Zaman
içinde fotosentez işleminin sıralamasında ya da moleküllerin görevinde herhangi
bir değişiklik olabilir miydi?
Bu soruya,
doğadaki hassas dengelerin tesadüfler sonucunda oluştuğunu iddia eden evrim
savunucularının vereceği cevaplardan bir tanesi, "başka türlü bir ortam
olsaydı, canlılar o ortamlara da uyum sağlayacakları için bitkiler de o ortama
göre fotosentez yapabilirlerdi" olacaktır. Oysa bu tamamen yanlış bir
mantıktır. Çünkü bitkilerin fotosentez yapabilmeleri için güneşin yaydığı
ışıkların şu anki uyum içinde olmaları gerekmektedir. Bu mantığın yanlış
olduğunu gerçekte bir evrimci olan astronom George Greenstein da şu şekilde
belirtmektedir:
Belki insan
burada bir tür adaptasyonun gerçekleştiğini düşünebilir: Bitkinin yaşamının
Güneş ışığının özelliklerine uyum sağladığını varsayan moleküller ışığın çok
belirli bazı renklerini absorbe edebilirler. Işığın absorbe edilmesi işlemi,
moleküllerin içindeki elektronların yüksek enerji seviyelerine olan
duyarlılıklarıyla ilgilidir ve hangi molekülü ele alırsanız alın, bu işi gerçekleştirmek
için gereken enerji aynıdır. Işık, fotonlardan oluşur ve yanlış enerji
seviyesinde foton, hiçbir şekilde absorbe edilemez... Kısacası yıldızların
fiziği ile, moleküllerin fiziği arasında çok iyi bir uyum vardır. Bu uyum
olmasa, yaşam imkansız olurdu.54
Tekrar
önemle belirtmek gerekirse; bitkilerin fotosentez yapabilmeleri için güneşin
yaydığı belirli aralıktaki ışığın varlığı şarttır. Yaşam için zorunlu olan bu
uyum hiçbir şekilde rastlantılarla açıklanamayacak kusursuzlukta bir uyumdur.
Yeryüzündeki her şeye hakim olan ve üstün bir aklın sahibi olan Allah, tüm
bunları birbirine uygun olarak yaratmıştır.
Fotosentez
Olayı Tesadüfen Oluşamaz
Bütün bu
apaçık gerçeklere rağmen yine de evrim teorisini savunmaya devam edenler için,
sorular sorarak bu sistemin tesadüfen oluşamayacağını bir kere daha görelim.
Boyutu mikroskobik ölçülerle tanımlanan bir alanda kurulmuş bu örneksiz
mekanizmayı var eden kimdir? Öncelikle böyle bir sistemi bitki hücrelerinin
plandığını yani bitkilerin düşünerek planlar yaptığını varsayabilir miyiz?
Elbette ki böyle bir şeyi varsayamayız. Çünkü, bitki hücrelerinin tasarlaması,
akletmesi gibi bir şey söz konusu değildir. Hücrenin içine baktığımızda
gördüğümüz kusursuz sistemi yapan hücrenin kendisi değildir. Peki öyleyse bu sistem
düşünebilen yegane varlık olan insan aklının bir ürünü müdür? Hayır değildir.
Milimetrenin binde biri büyüklüğünde bir yere yeryüzündeki en inanılmaz
fabrikayı kuranlar insanlar da değildir. Hatta insanlar bu mikroskobik
fabrikanın içinde olan bitenleri gözlemleyememektedirler bile.
Bu gibi
soruların cevaplarının niçin "hayır" olduğu, evrimcilerin
iddialarıyla birlikte incelendiğinde, bitkilerin nasıl ortaya çıktığı konusu
daha iyi açıklığa kavuşacaktır.
Evrim
teorisi bütün canlıların aşama aşama geliştiğini, basitten komplekse doğru bir
gelişim olduğunu iddia eder. Fotosentez sistemindeki mevcut parçaları belli bir
sayıyla sınırlayabildiğimizi varsayarak bu iddianın doğru olup olmadığını
düşünelim. Örneğin fotosentez işleminin gerçekleşmesi için gerekli olan
parçaların sayısının 100 olduğunu varsayalım (gerçekte bu sayı çok daha
fazladır). Varsayımlara devam ederek, bu 100 parçanın bir iki tanesinin
evrimcilerin iddia ettikleri gibi tesadüfen, kendi kendine oluştuğunu
varsayalım. Bu durumda geriye kalan parçaların oluşması için milyarlarca yıl
beklenmesi gerekecektir. Oluşan parçalar bir arada bulunsalar bile diğerleri
olmadığı için bir işe yaramayacaklardır. Tek biri olmadığında diğerleri
işlevsiz olan bu sistemin diğer parçaların oluşumunu beklemeleri imkansızdır.
Dolayısıyla canlılara ait tüm sistemler gibi, karmaşık bir sistem olan
fotosentez de evrimin öne sürdüğü gibi, zaman içinde, tesadüflerle, yavaş yavaş
oluşan parçaların art arda eklenmesiyle meydana gelmesi akıl ve mantıkla
bağdaşan bir iddia değildir.
Bu
iddianın çaresizliğini fotosentez işleminde gerçekleşen bazı aşamaları kısaca
hatırlayarak görebiliriz. Öncelikle fotosentez işleminin gerçekleşebilmesi için
mevcut bütün enzimlerin ve sistemlerin aynı anda bitki hücresinde bulunması
gereklidir. Her işlemin süresi ve enzimlerin miktarı tek bir seferde en doğru
biçimde ayarlanmalıdır. Çünkü gerçekleştirilen reaksiyonlarda oluşabilecek en
ufak bir aksaklık, örneğin işlem süresi, reaksiyona giren ısı veya hammadde
miktarında küçük bir değişiklik olması, reaksiyon sonucunda ortaya çıkacak
ürünleri bozacak ve yararsız hale getirecektir. Bu sayılanların herhangi bir
tanesinin olmaması durumunda da sistem tamamen işlevsiz olacaktır.
Bu durumda
akla bu işlevsiz parçaların, sistemin tümü oluşana kadar nasıl olup da
varlıklarını sürdürdükleri sorusu gelecektir. Ayrıca boyut küçüldükçe, o
yapıdaki sistemin üzerindeki aklın ve mühendisliğin kalitesinin arttığı da
bilinen bir gerçektir. Bir mekanizmadaki boyutun küçülmesi bize o yapı üzerinde
kullanılan teknolojinin gücünü gösterir. Günümüz kameralarıyla seneler önce
kullanılan kameralar arasında bir karşılaştırma yapıldığında bu gerçek daha net
görülecektir. Bu gerçek, yapraklardaki kusursuz yapının önemini daha da
arttırmaktadır. İnsanların büyük fabrikalarda dahi yapamadıkları fotosentez
işlemini bitkiler nasıl olup da bu mikroskobik fabrikalarında
gerçekleştirmektedirler?
İşte bu ve
benzeri sorular evrimcilerin hiçbir tutarlı açıklama getiremedikleri
sorulardır. Buna karşın, çeşitli hayali senaryolar üretirler. Üretilen bu
senaryolarda başvurulan ortak taktik, konunun demagojiler ve kafa karıştırıcı
teknik terim ve anlatımlarla boğulmasıdır. Olabildiğince karışık terimler
kullanarak bütün canlılarda çok açık görülen bir gerçeği, "Yaratılış Gerçeği"ni
örtbas etmeye çalışırlar. Neden ve nasıl gibi sorulara cevap vermek yerine,
konu hakkında ayrıntılı bilgiler ve teknik kavramlar sıralayıp sonuna bunun
evrimin bir sonucu olduğunu eklerler.
Bununla
birlikte en koyu evrim taraftarları bile, çoğu zaman bitkilerdeki mucizevi
sistemler karşısında hayretlerini gizleyememektedirler. Buna örnek olarak
Türkiye'nin evrimci profesörlerinden Ali Demirsoy'u verebiliriz. Prof.
Demirsoy, fotosentezdeki mucizevi işlemleri vurgulayarak, bu kompleks sistemin
karşısında şöyle bir itirafta bulunmaktadır:
Fotosentez oldukça karmaşık bir olaydır ve bir
hücrenin içerisindeki organelde ortaya çıkması olanaksız görülmektedir. Çünkü
tüm kademelerin birden oluşması olanaksız, tek tek oluşması da anlamsızdır.55
Fotosentez
işlemindeki bu kusursuz mekanizmalar şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün bitki
hücrelerinde vardır. En sıradan gördüğünüz bir yabani ot bile bu işlemi
gerçekleştirebilmektedir. Reaksiyona her zaman aynı oranda madde girer ve çıkan
ürünler de hep aynıdır. Reaksiyon sıralaması ve hızı da aynıdır. Bu istisnasız
bütün fotosentez yapan bitkiler için geçerlidir.
Bitkiye
akletme, karar verme gibi vasıflar vermeye çalışmak elbette ki mantıksızdır.
Bunun yanı sıra bütün yeşil bitkilerde var olan ve kusursuz bir şekilde işleyen
bu sisteme "tesadüfler zinciri ile oluştu" şeklinde bir açıklama
getirmek de her türlü mantıktan uzak bir çabadır.
İşte bu
noktada karşımıza apaçık bir gerçek çıkar. Olağanüstü kompleks bir işlem olan
fotosentezi üstün güç sahibi olan Allah yaratmıştır. Bu mekanizmalar bitkiler
ilk ortaya çıktıkları andan itibaren vardır. Bu kadar küçük bir alana
yerleştirilmiş olan bu kusursuz sistemler bize kendilerini tasarlayanın gücünü
gösterirler.
Fotosentezin
Sonuçları
Milimetrenin
binde biri büyüklükte yani ancak elektron mikroskobuyla görülebilecek kadar
küçük olan kloroplastlar sayesinde gerçekleştirilen fotosentezin sonuçları,
yeryüzünde yaşayan tüm canlılar için çok önemlidir.
Canlılar
havadaki karbondioksitin ve havanın ısısının sürekli olarak artmasına neden
olurlar. Her yıl insanların, hayvanların ve toprakta bulunan
mikroorganizmaların yaptıkları solunum sonucunda yaklaşık 92 milyar ton ve
bitkilerin solunumları sırasında da yaklaşık 37 milyar ton karbondioksit
atmosfere karışır. Ayrıca fabrikalarda ve evlerde kaloriferler ya da soba
kullanılarak tüketilen yakıtlar ile taşıtlarda kullanılan yakıtlardan atmosfere
verilen karbondioksit miktarı da en az 18 milyar tonu bulmaktadır. Buna göre
karalardaki karbondioksit dolaşımı sırasında atmosfere bir yılda toplam olarak
yaklaşık 147 milyar ton karbondioksit verilmiş olur. Bu da bize doğadaki
karbondioksit içeriğinin sürekli olarak artmakta olduğunu gösterir.
Bu artış
dengelenmediği takdirde ekolojik dengelerde bozulma meydana gelebilir. Örneğin
atmosferdeki oksijen çok azalabilir, yeryüzünün ısısı artabilir, bunun
sonucunda da buzullarda erime meydana gelebilir. Bundan dolayı da bazı bölgeler
sular altında kalırken, diğer bölgelerde çölleşmeler meydana gelebilir. Bütün
bunların bir sonucu olarak da yeryüzündeki canlıların yaşamı tehlikeye
girebilir. Oysa durum böyle olmaz. Çünkü bitkilerin gerçekleştirdiği fotosentez
işlemiyle oksijen sürekli olarak yeniden üretilir ve denge korunur.
Yeryüzünün
ısısı da sürekli değişmez. Çünkü yeşil bitkiler ısı dengesini de sağlarlar. Bir
yıl içinde yeşil bitkiler tarafından temizleme amacıyla atmosferden alınan
karbondioksit miktarı 129 milyar tonu bulur ki bu son derece önemli bir
rakamdır. Atmosfere verilen karbondioksit miktarının da yaklaşık 147 milyar ton
olduğunu söylemiştik. Karalardaki karbondioksit-oksijen dolaşımında görülen 18
milyar tonluk bu açık, okyanuslarda görülen farklı değerlerdeki
karbondioksit-oksijen dolaşımıyla bir ölçüde azaltılabilmektedir.56
Yeryüzündeki
canlı yaşamı için son derece hayati olan bu dengelerin devamlılığını sağlayan,
bitkilerin yaptığı fotosentez işlemidir. Bitkiler fotosentez sayesinde
atmosferdeki karbondioksidi ve ısıyı alarak besin üretirler, oksijen açığa
çıkarırlar ve dengeyi sağlarlar.
Atmosferdeki
oksijen miktarının korunması için de başka bir doğal kaynak yoktur. Bu yüzden
tüm canlı sistemlerdeki dengelerin korunması için bitkilerin varlığı şarttır.
Bitkilerdeki
Besinler Fotosentez Sonucunda Oluşur
Bu
mükemmel sentezin hayati önem taşıyan bir diğer ürünü de canlıların besin
kaynaklarıdır. Fotosentez sonucunda ortaya çıkan bu besin kaynakları
"karbonhidratlar" olarak adlandırılır. Glukoz, nişasta, selüloz ve
sakkaroz karbonhidratların en bilinenleri ve en hayati olanlarıdır. Fotosentez
sonucunda üretilen bu maddeler hem bitkilerin kendileri, hem de diğer canlılar
için çok önemlidir. Gerek hayvanlar gerekse insanlar, bitkilerin üretmiş olduğu
bu besinleri tüketerek hayatlarını sürdürebilecek enerjiyi elde ederler.
Hayvansal besinler de ancak bitkilerden elde edilen ürünler sayesinde var
olabilmektedir.
Buraya
kadar bahsedilen olayların yaprakta değil de herhangi bir yerde gerçekleştiğini
varsayarak düşünsek acaba aklınızda nasıl bir yer şekillenirdi? Havadan alınan
karbondioksit ve su ile besin üretmeye yarayan aletlerin bulunduğu, üstelik de
o sırada dışarıya verilmek üzere oksijen üretebilecek teknik özelliklere sahip
makinaların var olduğu, bu arada ısı dengesini de ayarlayacak sistemlerin yer
aldığı çok fonksiyonlu bir fabrika mı aklınıza gelirdi?
Avuç içi
kadar bir büyüklüğe sahip bir yerin aklınıza gelmeyeceği kesindir. Görüldüğü
gibi ısıyı tutan, buharlaşmayı sağlayan, aynı zamanda da besin üreten ve su
kaybını da engelleyen mükemmel mekanizmalara sahip olan yapraklar, tam bir
yaratılış harikasıdırlar. Bu saydığımız işlemlerin hepsi ayrı özellikte
yapılarda değil, tek bir yaprakta (boyutu ne olursa olsun) hatta tek bir
yaprağın tek bir hücresinde, üstelik de hepsi birarada olacak şekilde
yürütülebilmektedir.
Buraya
kadar anlatılanlarda da görüldüğü gibi bitkilerin bütün fonksiyonları, asıl
olarak canlılara fayda vermesi için nimet olarak yaratılmışlardır. Bu
nimetlerin çoğu da insan için özel olarak var edilmiştir. Çevremize,
yediklerimize bakarak düşünelim. Üzüm asmasının kupkuru sapına bakalım, incecik
köklerine… En ufak bir çekme ile kolayca kopan bu kupkuru yapıdan elli altmış
kilo üzüm çıkar. İnsana lezzet vermek için rengi, kokusu, tadı her şeyi özel
olarak tasarlanmış sulu üzümler çıkar.
Karpuzları
düşünelim. Yine kuru topraktan çıkan bu sulu meyve insanın tam ihtiyaç duyacağı
bir mevsimde, yani yazın gelişir. İlk ortaya çıktığı andan itibaren bir koku
eksperi gibi hiç bozulma olmadan tutturulan o muhteşem kavun kokusunu ve o ünlü
kavun lezzetini düşünelim. Diğer yandan ise, parfüm üretimi yapılan
fabrikalarda bir kokunun ortaya çıkarılmasından o kokunun muhafazasına kadar
gerçekleşen işlemleri düşünelim. Bu fabrikalarda elde edilen kaliteyi ve
kavunun kokusundaki kaliteyi karşılaştıralım. İnsanlar koku üretimi yaparken
sürekli kontrol yaparlar, meyvelerdeki kokunun tutturulması içinse herhangi bir
kontrole ihtiyaç yoktur. İstisnasız dünyanın her yerinde kavunlar, karpuzlar,
portakallar, limonlar, ananaslar, hindistan cevizleri hep aynı kokarlar, aynı
eşsiz lezzete sahiptirler. Hiçbir zaman bir kavun karpuz gibi ya da bir mandalina
çilek gibi kokmaz; hepsi aynı topraktan çıkmalarına rağmen kokuları birbiriyle
karışmaz. Hepsi her zaman kendi orijinal kokusunu korur. Bir de bu meyvelerdeki
yapıyı detaylı olarak inceleyelim. Karpuzların süngersi hücreleri çok yüksek
miktarda su tutma kapasitesine sahiplerdir. Bu yüzden karpuzların çok büyük bir
bölümü sudan oluşur. Ne var ki bu su, karpuzun herhangi bir yerinde toplanmaz,
her tarafa eşit olacak şekilde dağılmıştır. Yer çekimi göz önüne alındığında,
olması gereken, bu suyun karpuzun alt kısmında bir yerlerde toplanması, üstte
ise etsi ve kuru bir yapının kalmasıdır. Oysa karpuzların hiçbirinde böyle bir
şey olmaz. Su her zaman karpuzun içine eşit dağılır, üstelik şekeri, tadı ve
kokusu da eşit olacak şekilde bu dağılım gerçekleşir.
Karpuzların
çekirdeklerinin dizilişlerinde de bir hata görülmez. Her bir çekirdeğin içine o
karpuzun binlerce yıl sonraki nesillerine ulaşacak bilgi kodlanmıştır. Her
çekirdek özel, koruyucu bir kabukla kaplıdır. Bu, içindeki bilginin bozulmasını
engellemeye yönelik hazırlanmış mükemmel bir tasarımdır. Kabuk çok sert değil,
çok yumuşak da değil, ideal bir sertlikte ve esnekliktedir. Kabuktan sonra
çekirdeğin içinde ikinci bir kat vardır. Kabuğun alt ve üst parçalarının
yapışma yerleri bellidir. Bu yapışma yerleri çekirdeklerin tutunabilmesi için
özel olarak yapılmıştır. Çekirdek, bu yapı sayesinde sadece uygun nem ve
sıcaklığa kavuşunca hemen açılır. Çekirdeğin içindeki o dümdüz bembeyaz bölüm
kısa bir süre sonra çimlenerek, yemyeşil bir yaprağa dönüşüverir.
Karpuzun
bir de kabuğunun yapısını düşünelim. Bu pürüzsüz kabuğu ve kabuğun üstündeki
cilalı yapıyı oluşturanlar hep hücrelerdir. Bu pürüzsüz cilalı yapının ortaya
çıkması için, hücrelerin her birinin kabuğun yapısındaki mumsu maddeyi aynı
seviyede salgılamaları gerekmektedir. Ayrıca kabuğu pürüzsüz ve yuvarlak yapan
da karpuz hücrelerinin dizilişindeki mükemmelliktir. Bunu sağlayabilmek için
hücrelerin her birinin yer alması gereken noktayı bilmesi gerekir. Aksi
takdirde bu pürüzsüzlük, karpuzun dış yapısındaki bu kusursuz yuvarlaklık
oluşmayacaktır. Görüldüğü gibi karpuzu oluşturan hücreler arasında kusursuz bir
uyum vardır.
Bu şekilde
düşünerek yeryüzündeki bitkilerin tümünü inceleyebiliriz. Bu incelemenin
sonunda elde ettiğimiz sonuç bitkilerin insanlar ve tüm canlılar için özel
olarak yaratılmış oldukları sonucu olacaktır.
Alemlerin
Rabbi olan Allah tüm besinleri canlılar için var etmiştir ve bunları, her
birinin tadı, kokusu, faydası farklı olacak şekilde yaratmıştır:
Yerde sizin
için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz
bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 13)
Ve birbiri
üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. Kullara rızık olmak
üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra)
diriliş de böyledir. (Kaf Suresi, 10-11)
Bitkiler
Serindir, Ama Neden?
Aynı yerde
bulunan bitki ve bir taş parçası, eşit miktarda güneş enerjisi almalarına
rağmen aynı derecede ısınmazlar. Güneş altında kalan her canlıda mutlaka
olumsuz bir etki oluşur. Öyleyse bitkilerin sıcaktan minimum derecede
etkilenmelerini sağlayan nedir? Bitkiler bunu nasıl başarırlar? Muazzam bir
sıcaklıkta, bütün yaz boyunca yaprakları güneşin altında kavrulmasına rağmen
bitkilere neden hiçbir şey olmamaktadır? Ayrıca bitkiler kendi bünyelerindeki
ısınmanın haricinde, dışarıdan da ısı alarak dünyadaki ısı dengesini de
sağlarlar. Bu ısı tutma işlemini yaparken kendileri de bu sıcağa maruz
kalırlar. Peki gittikçe artan bu sıcaktan etkilenmek yerine, bitkiler nasıl
olup da dışarının da ısısını almaya devam edebilmektedirler?
Yapıları
itibariyle sürekli güneş altında olan bitkiler, doğal olarak diğer canlılara
oranla daha fazla miktarda suya ihtiyaç duyarlar. Bitkiler aynı zamanda
yapraklarında oluşan terleme vasıtasıyla da sürekli su kaybederler. Daha önceki
bölümlerde de değinildiği gibi bu su kaybını önlemek için, yaprakların güneşe
dönük olan üst yüzleri çoğunlukla "kütiküla" adı verilen bir tür su
geçirmez, koruyucu cilayla örtülüdür. Bu sayede yaprakların üst yüzeylerindeki
su kaybı önlenmiş olur.
Peki ya
alt yüzleri? Bitki bu bölümden de su kaybettiği için gaz alış-verişini
sağlamakla görevli özel deri hücreleri olan gözenekler genellikle yaprağın alt
yüzünde bulunurlar. Gözeneklerin açılıp kapanması bitki tarafından
karbondioksit alıp oksijen vermeye yetecek, ancak su kaybına yol açmayacak
biçimde denetlenir.
Bunların
yanı sıra bitkiler ısıyı farklı şekillerde dağıtırlar. Bitkilerde iki önemli
ısı dağıtım sistemi bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, yaprağın ısısı eğer
çevrenin ısısından daha fazlaysa, hava dolaşımının yapraktan dış ortama doğru
olmasıdır. Isı naklinden kaynaklanan hava değişimi, sıcak havanın soğuk havadan
daha az yoğun olması nedeniyle, havanın yükselmesine dayanır. Bu yüzden
yaprakların yüzeyinde ısınan hava yükselir ve yüzeyden ayrılır. Soğuk hava daha
yoğun olduğu için yaprağın yüzeyine doğru iner. Böylece sıcaklık azaltılmış ve
yaprak serinlemiş olur. Bu işlem yaprağın yüzey ısısı çevredeki ısıdan yüksek
olduğu müddetçe devam eder. Çok kuru koşullarda yani çöllerde dahi bu durum
değişmez. Bitkilerdeki ısı dağıtım sistemlerinden diğeri de yapraklardan su
buharı verilerek terlemenin sağlanmasıdır. Bu terleme sayesinde su
buharlaşırken bitkinin serinlemesi de sağlanmış olur.
Bu dağıtım
sistemleri bitkilerin yaşadıkları ortamın şartlarına uygun olacak şekilde
ayarlanmıştır. Her bitki neye ihtiyacı varsa o sisteme sahiptir. Son derece
karmaşık bir yapısı olan bu sistemin dağılımı tesadüfen gerçekleşmiş olabilir
mi? Bu sorunun cevabını verebilmek için çöl bitkilerini ele alalım. Çöllerdeki
bitkilerin yaprakları genelde çok kalındır. Suyu buharlaştırmaktan daha çok,
muhafaza etme yönünde dizayn edilmişlerdir.57 Bu bitkiler için ısı dağıtma
işlemini buharlaşma ile gerçekleştirmek ölümcül bir sonuç getirecektir. Çünkü
çöl ortamında kaybedilen suyun telafisi mümkün değildir. Görüldüğü gibi bu
bitkiler ısılarını her iki yolla da dağıtabilecekken sadece bu yollardan
birini, üstelik de yaşamaları için tek geçerli olan yolu kullanmaktadırlar.
Çünkü tasarımları çöl ortamına göre yapılmıştır. Bunun tesadüflerle açıklanması
ise mümkün değildir.
Bitkilerin
sahip oldukları bu serinleme mekanizmaları olmasaydı, güneş altındaki birkaç
saat bile bitkiler için ölümcül olurdu. Öğle saatlerinde bir dakika kadar
direkt olarak alınan güneş ışığı, bir santimetrekarelik yaprak yüzeyinin
ısısını 37oC'ye kadar yükseltebilir. Bitki hücreleriyse, bünyelerindeki sıcaklık
50-60oC'ye çıktığında ölmeye başlarlar, yani bitkinin ölmesi için öğle vakti 3
dakika kadar güneş ışığı alması yeterlidir. İşte bitkiler öldürücü
sıcaklıklardan bu iki mekanizma sayesinde korunabilirler.58 Bitkilerin ısı dağıtımında
kullandıkları buharlaşma olayı aynı zamanda atmosferdeki su buharı dengesi
açısından da büyük bir önem taşır. Çünkü bitkilerdeki bu buharlaşma, yüksek
miktarlardaki suyun düzenli olarak atmosfere ulaştırılmasını sağlar. Bitkilerin
bu faaliyetleri bir nevi su mühendisliği olarak da nitelendirilebilir. Bin
metrekarelik ormanlık bir alandaki ağaçlar 7.5 ton suyu rahatlıkla havaya
verebilirler. Bu muazzam bir rakamdır. Bu özellikleriyle bitkiler topraktaki
suyu vücutlarından geçirerek atmosfere ulaştıran dev su pompaları gibidirler.59 Bu son derece önemli bir görevdir.
Şayet, bu özellikleri olmasaydı, suyun yer ile gök arasındaki çevrimi bugünkü
gibi gerçekleşemeyecekti, ki bu da yeryüzündeki dengelerin bozulmasına neden
olacaktı.
Dış
yüzeyleri odunsu ve kuru bir maddeyle kaplı olmasına rağmen, bitkiler
bünyelerinden tonlarca su geçirirler. Bu suyu topraktan alırlar ve ileri
teknolojiyle çalıştırdıkları kendi fabrikalarında birtakım yerlerde
kullandıktan sonra, aldıkları suyun büyük bir bölümünü arıtılmış su olarak
doğaya verirler, başka bir deyişle trilyonlarca tonluk suyu otomasyon
düzenleriyle kontrollü olarak topraktan alıp, arıttıktan sonra kendilerine özgü
sistemleriyle doğaya adeta pompalarlar. Bunu yaparken aynı zamanda aldıkları
suyun bir kısmını da, besin üretiminde hidrojeni kullanmak amacıyla
parçalarlar.60
Bizim
yapraklardaki terleme ya da ağaçların bulunduğu ortamdaki nemlilik olarak
nitelendirdiğimiz olaylar, aslında yeryüzünde yaşamın devamlılığı açısından
hayati önem taşıyan bu faaliyetlerin bir sonucu olarak gerçekleşir. Bitkilerin
bu işlemlerinde de karşımıza çıkan, tek bir parçası çekilip alınsa anında felç
olacak ve çalışamayacak mükemmellikte bir sistemdir. Hiç kuşkusuz ki bu düzeni
eksiksiz biçimde bitkilere yerleştiren Rahman ve Rahim olan, her türlü
yaratmayı bilen Allah'tır:
O Allah ki,
Yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret'
verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu
tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakim'dir. (Haşr Suresi, 24)
En Küçük
Temizlik Cihazı, Yaprak
Bitkilerin
diğer canlılara verdiği hizmetler, sadece havaya oksijen ve su vermekle kısıtlı
değildir. Yapraklar aynı zamanda son derece gelişmiş bir arıtma ve temizleme
cihazı gibi faaliyet gösterirler. Günlük yaşamımızda sıkça kullandığımız
temizlik cihazları, konunun uzmanları tarafından uzun süren çalışmalar
sonucunda, yoğun emek ve para harcanarak üretilirler ve faaliyete geçirilirler.
Bunların kullanımları süresince ve kullanım sonrasında pek çok teknik desteğe
ve bakıma ihtiyaç vardır. Üretimlerinin sonunda ortaya çıkardıkları atık
maddeler ise ayrı bir sorundur. Bunlar temizlik aletleri hakkında oldukça özet
bilgilerdir. Bunlardan başka günlük olarak ortaya çıkan aksamalar ya da
bozukluklar, bunlar için gerekli olan eleman ve alet takviyeleri, ihtiyaçlara
göre yapılan yenilemeler gibi pek çok işlem de gerekecektir.
Görüldüğü
gibi küçük bir arıtma cihazında bile yüzlerce detaya dikkat etmek gerekir. Oysa
bu cihazlarla aynı işi yapan bitkiler sadece su ve güneş ışığı karşılığında,
aynı temizleme hizmetini daha kaliteli ve garantili bir biçimde verirler.
Üstelik atık madde diye bir sorunları da yoktur, çünkü onların havayı
temizledikten sonra ürettikleri atık maddeler, tüm canlıların temel ihtiyacı
olan oksijendir!
Ağaçların
yaprakları, havadaki kirletici maddeleri yakalayan mini filtrelere sahiptir.
Yaprak üzerinde gözle görülmeyen binlerce tüy ve gözenekler vardır. Gözenekler
tanecikler halindeki havayı kirleten maddeleri tutarlar ve sindirilmek üzere
bitkinin diğer bölümlerine gönderirler. Yağmur yağınca da bu maddeler su ile
toprağa ulaşırlar. Bu çok kalın bir madde değildir. Yaprak üzerindeki bu
maddeler sadece bir film kalınlığındadırlar; fakat yeryüzünde milyonlarca
yaprak olduğu düşünülürse, yapraklar tarafından tutulan kirli madde miktarının
küçümsenemeyecek kadar çok olduğu görülür. Örneğin 100 yaşındaki bir kayın
ağacının yaklaşık 500 bin tane yaprağı vardır. Bu yaprakların tuttuğu kir
miktar tahminlerin çok ötesindedir. Bir dönüm içindeki çınar ağaçları yaklaşık
3.5 ton, çam ağaçları ise yaklaşık 2.5 ton kirletici maddeyi tutabilirler.
Tutulan bu maddeler ilk yağmurla birlikte toprağa geri dönerler. Bir yerleşim
alanından 2 km uzaklıkta bulunan bir orman havasının, yerleşim alanının
havasına oranla %70 oranında daha az toz parçacıkları içerdiği görülmüştür.
Hatta ağaçlar yapraksız oldukları kış dönemlerinde bile havadaki tozları %60
oranında filtre ederler.
Ağaçlar
mevcut yaprak ağırlıklarının 5-10 katına kadar toz tutabilirler, ağaçlı bir
alandaki bakteri oranı ile ağaçsız bir alandaki bakteri miktarları oldukça
büyük bir farklılık gösterir.61 Bunlar son derece önemli rakamlardır.
Yapraklarda
gerçekleşen olayların hepsi başlı başına birer mucize niteliğindedir. Mikro
seviyede tasarlanmış bir fabrika gibi mükemmel bir plan ile oluşturulan yeşil
bitkilerdeki bu sistemler alemlerin Rabbi olan Allah'ın yaratmasındaki
kusursuzluğun delilleridir ve yüz binlerce yıldır hiçbir değişiklik ya da
hiçbir bozukluk olmadan günümüze kadar aynı mükemmellikte gelmişlerdir.
Herkes İçin
Tanıdık Bir Manzara: Yaprak Dökümü
Bitkiler
için -özellikle de besin üretiminin yapıldığı yapraklar için- güneş ışığı çok
önemlidir. Sonbaharın gelmesiyle birlikte havalar soğumaya, gündüzler kısalmaya
başlar ve dünyaya gelen güneş ışığında azalma olur. Bu azalma bitkide
değişikliklere sebep olur ve yapraklarda yaşlanma programı yani yaprak dökümü
başlar.
Ağaçlar
yapraklarını dökmeden önce, yapraktaki bütün besleyici maddeleri emmeye
başlarlar. Amaçları potasyum, fosfat, nitrat gibi maddelerin düşen yapraklarla
birlikte yok olmasını engellemektir. Bu maddeler, ağaç kabuğunun katmanlarının
ve gövdenin ortasından geçen iliğe yönelir ve burada depolanırlar. İlikte
toplanmaları bu maddelerin ağaç tarafından kolay emilmesini sağlar.62
Yaprak
dökümü ağaçlar için bir zorunluluktur çünkü soğuk havalarda topraktaki su
gitgide katılaşır ve emilmesi zorlaşır. Buna karşın yapraklardaki terleme
havanın soğumasına rağmen devam etmektedir. Suyun azaldığı bir dönemde sürekli
terleme yapan yaprak, bitki için fazlalık olmaya başlamıştır. Zaten yaprağın
hücreleri soğuk kış günlerinde don ile karşılaşıp parçalanacaktır. Bu yüzden ağaç
erken davranıp kış gelmeden yapraktan kurtulur, böylece zaten kıt olan su
rezervlerini boş yere kullanmamış olur.63
Sadece
fiziksel bir işlem gibi görünen yaprak dökümü aslında pek çok kimyasal olayın
arka arkaya gelmesiyle gerçekleşir.
Yaprak
ayasında yer alan hücrelerde, ışığa duyarlı ve bitkilere renk veren moleküller
yani "fitokromlar" vardır. Bitkinin, gecelerin süresinin uzadığını ve
böylece yapraklara daha az güneş ışığı gittiğini fark etmesini sağlayan işte bu
moleküllerdir. Fitokromlar bu değişimi algıladıklarında yaprağın içinde çeşitli
değişimlere sebep olurlar ve yaprağın yaşlanma programını başlatırlar.64
Yapraklardaki
yaşlanmanın ilk işaretlerinden biri, yaprak ayası hücrelerindeki etilen
üretiminin başlamasıdır. Etilen gazı yaprağa yeşil rengini veren klorofilin
yıkımını başlatır yani ağaç yapraklarındaki klorofili geri çeker. Yaprak
dökülmesini geciktiren bir büyüme hormonu olan oksin maddesinin üretimini
engelleyen de etilen gazıdır. Klorofilin yıkımının başlamasıyla birlikte yaprak
güneşten daha az enerji alır ve daha az şeker üretir. Ayrıca o güne kadar baskı
altına alınmış, yapraklardaki sıcak renklerin oluşmasına sebep olan
karotenoidler kendilerini gösterirler ve bu şekilde yapraklarda renk değişimi
başlar.65
Bir süre
sonra etilen gazı yaprağın her tarafına yayılır ve yaprak sapına geldiğinde
burada bulunan küçük hücreler şişmeye başlayıp, sapta bir gerginleşmeye neden
olurlar. Yaprak sapının gövdeye bağlandığı bölümde bulunan hücrelerin miktarı
artar ve özel enzimler üretmeye başlarlar. İlk olarak selülaz enzimleri
selülozdan oluşan çeperleri parçalarlar, daha sonra pektinaz enzimleri
hücreleri birbirine bağlayan pektin tabakasını parçalarlar. Giderek artan bu
gerginliğe yaprak dayanamaz ve sapın dış tarafından içeriye doğru yarılmaya
başlar.66
Buraya
kadar anlattığımız bu işlemler yapraktaki besin üretiminin durması ve yaprağın
sapından kopmaya başlaması olarak özetlenebilir. Genişlemeye devam eden yarığın
etrafında çok hızlı değişimler yaşanır ve hücreler hemen mantarözü üretmeye başlarlar.
Bu madde, selüloz çepere yavaş yavaş yerleşerek onun güçlenmesini sağlar. Bütün
bu hücreler, arkalarında mantar tabakasının yerini alan büyük bir boşluk
bırakarak ölürler.67
Buraya
kadar anlatılanlar tek bir yaprağın düşmesi için birbirine bağlantılı birçok
olayın gerçekleşmesi gerektiğini göstermektedir. Fitokromların güneş
ışınlarının azaldığını tespit edebilmelerinin, yaprağın düşmesi için gerekli
olan tüm enzimlerin uygun zamanlarda devreye girmelerinin, tam sapın kopacağı
yerde hücrelerin mantarözü üretmeye başlamasının ne derece olağanüstü bir
işlemler zinciri olduğu ortadadır. Art arda işleyen ve her aşaması planlı ve
birbiriyle bağlantılı olan bu kusursuz işlemler serisinin "rastlantı"
ile açıklanması mümkün değildir. Bütün bu işlemlerdeki zamanlama son derece
yerindedir. Yaprak dökümü planı kusursuz bir şekilde işlemektedir. Yaprak
gövdeden tamamen ayrıldığı için, iletim borularından öz su alamaz, bu yüzden
yaprağın tutunduğu yer ile bağı gittikçe zayıflar. Biraz hızlı esen bir rüzgar
bile yaprak sapını koparmaya yeterli olur.
Toprağa
düşen ölü yapraklarda, böceklerin, mantarların ve bakterilerin
yararlanabileceği besin maddeleri bulunur. Bu besin maddeleri,
mikroorganizmalar tarafından değişime uğratılırlar ve toprağa karışırlar.
Ağaçlar da bu maddeleri kökleri aracılığıyla topraktan tekrar besin olarak geri
alabilirler.
Allah
bitkilerde mucizevi özelliklere sahip bir sistem yaratmıştır. Rabbimiz
yarattığı canlılardaki bu gibi yapılarla bize yaratmada hiçbir ortağı
olmadığını, sonsuz güç sahibi olduğunu tanıtır.
"Allah'tan
başka, sana yararı da, zararı da olmayan(ilahlar)a tapma. Eğer sen (bunun
aksini) yapacak olursan, bu durumda gerçekten zulmedenlerden olursun"
(diye emrolundum.) Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden
kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri
çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O,
bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 106-107)
Eşsiz Dağıtım Sistemi: Bitki Gövdesi
En küçük
otsu bir bitkiden dünyadaki en yüksek ağaçlara kadar her bitki topraktan
kökleri vasıtası ile aldığı mineralleri ve suyu en uçtaki yaprakları da dahil
olmak üzere her yere dağıtmak zorundadır. Bu, bitkiler için son derece önemli
bir ihtiyaçtır çünkü su ve mineraller bitkinin en fazla ihtiyaç duyduğu
maddelerdir.
Fotosentez
işlemi de dahil olmak üzere bitkiler tüm faaliyetlerinde suya sürekli ihtiyaç
duyarlar. Çünkü bitkiler,
-
hücrelerinin canlılığını ve gerginliğini,
-
fotosentez işlemini,
-
topraktaki erimiş besinlerin alınmasını,
- bitki
içinde bu besinlerin değişik yerlere taşınmasını,
- ve sıcak
iklimlerde, yapraklarının üzerinde serinletici etki yaparak sıcaktan zarar
görmemeleri gibi son derece hayati işlemlerini sadece suyu kullanarak yerine
getirirler.
Peki
toprağın derinliklerinde saklı duran su ve madensel tuzlar bitki tarafından
nasıl alınır? Ayrıca bitkiler kökleri vasıtasıyla topraktan emdikleri bu
maddeleri, gövdelerinin farklı bölgelerine nasıl iletirler? Bu zor işlemleri
yaparken ne gibi yöntemler kullanırlar?
Bu
soruların cevapları verilirken unutulmaması gereken en önemli nokta hiç
kuşkusuz ki, suyu metrelerce yukarıya çıkarmanın oldukça zor bir iş olduğudur.
Günümüzde bu işlem çeşitli hidrofor sistemleri kullanılarak gerçekleştirilir.
Bitkilerdeki taşıma ve dağıtma işlemleri de bir nevi hidrofor sistemi ile
sağlanır.
Bitkilerdeki,
bu hidrofor sisteminin varlığı yaklaşık 200 yıl önce keşfedilmiştir. Fakat
bitkilerde suyun yerçekimine aykırı olarak çalışan bu hareketi sağlayan sistemi
kesin bir şekilde açıklayabilen bilimsel bir kanun hala belirlenememiştir. Bu
konuda bilim adamları sadece çeşitli teoriler öne sürmekte ve bu teorilerin
içinde en akla yatkın ve tatmin edici görünenini geçerli saymaktadırlar.
Bütün
bitkiler gerekli olan maddeleri topraktan alabilecekleri bir dağıtım şebekesi
ile donatılmışlardır. Bu şebeke topraktan temin edilen mineralleri ve suyu,
gerekli miktarlarda olacak şekilde ihtiyaç duyulan merkezlere en kısa zamanda
iletir.
Bilimadamlarının
bulgularına göre, bitkiler bu zor işi başarmak için birden fazla metod
kullanırlar.
Bitkilerde
suyun ve besinlerin taşınması birbirinden farklı özelliklere sahip yapılar
sayesinde gerçekleşir. Bu yapılar özel olarak tasarlanmış taşıma ve dağıtma
kanallarıdır.
Suyun
Taşınması
Taşıma işleminin
yapılacağı bitkinin büyüklüğü ne olursa olsun, taşıma sistemini oluşturan
borular yaklaşık olarak 0.25 mm (meşede)-0.006 mm. (ıhlamurda) genişliğe sahip,
kimileri ölü, kimileri de canlı bitki hücrelerinden oluşan68, bu saydıklarımızdan başka herhangi
bir özelliğe sahip olmayan odunumsu dokulardır. İşte bu yapılar bitkiler için
gerekli olan suyu metrelerce yukarıya taşımak için gerekli olan en uygun
tasarıma sahiptirler.
Bu taşıma
sisteminin faaliyete geçmesi yaprakların su kaybetmesi ile başlar. Yaprakların
alt kısmında ve bazı bitkilerde üst yüzde bulunan ince gözeneklerde (stomalar)
meydana gelen işlemler nedeniyle bitkilerde taşıma sistemleri harekete geçer.
Eğer
dışarıdaki havanın nemliliği %100'den az olursa su, yaprakta meydana gelecek
buharlaşma nedeni ile bu gözeneklerden dışarı verilir. Hatta dışarıdaki
nemlilik %99 bile olsa, bu durum yapraktaki suyun dışarı çıkması için
değerlendirilecek bir potansiyel haline gelir ve yaprak süratle su kaybetmeye
başlar. İşte bu şekilde bitkilerin, topraktan aldıkları suyun yapraklardan
buharlaşmasıyla oluşan su eksilmesini hemen gidermeleri gerekmektedir.
Görüldüğü
gibi yapraklardaki mekanizmalar nemdeki %1 gibi oldukça küçük bir oynamayı
tespit edebilecek hassasiyete sahiptirler. Bu çok önemli bir özelliktir.
Yapraklarda gerçekleşen diğer olaylar da incelendiğinde çoğu günümüz
teknolojisiyle bile tam olarak çözülememiş işlemlerle karşılaşılacaktır. Çok
küçük bir alanda gerçekleşen bu mucizevi işlemler akla yine pek çok soru
getirecektir.
%1'lik nem
değişikliğini dahi hissederek gereken işlemleri başlatacak mekanizmaya bitkiler
nasıl sahip olmuşlardır? Bu mekanizmanın tasarımı kime aittir? Milyonlarca yıl
öncesinden günümüze kadar kusursuz bir şekilde işleyen böyle bir teknoloji
nasıl ortaya çıkmıştır?
Bu mekanizmayı
tasarlayan, meydana getiren bitkilerin kendileri değildir. Böyle bir yapının
yaprağa yerleştirilmesinde herhangi başka bir canlının müdahalesinin olması da
söz konusu değildir. Kuşkusuz ki bitkilere sahip oldukları tüm özellikleri
veren, bu sistemleri milimetrenin yüzde biri hatta binde biri gibi ölçülerle
ifade edilen alanlara yerleştiren üstün bir akıl vardır. Bu aklın sahibi tüm
alemlerin Hakimi olan her şeyi kontrol altında tutan Allah'tır.
Su
Topraktan Metrelerce Yükseklere Nasıl Taşınıyor?
Topraktan
yapraklara sıvıların nasıl iletildiği sorusu üzerine üretilen teorilerin en
fazla kabul görenlerinden biri "kohezyon teorisi"dir. Kohezyon
kuvveti, ağacın "ksilem" (iletim demetleri) adı verilen odun boruları
ile sağlanan bir kuvvettir. Bu kuvvet, odun borularındaki suyu oluşturan moleküller
arasında bulunan çekim kuvveti sayesinde ortaya çıkar. Odun boruları, suyun
taşınmasını sağlayacak olan iki tipte hücreden oluşurlar. Bu hücrelerin bir
türü (tracheids hücreleri) belli bir ebata ve şekle ulaştıklarında
sitoplazmalarını yitirerek ölürler. Bunun çok önemli bir nedeni vardır. Suyun
borularda taşınması sırasında, herhangi bir engelle karşılaşmadan rahatça
hareket etmesi gerekir. Bunu sağlamak için sitoplazmanın tam anlamıyla boş bir
boru oluşturması şarttır. Sitoplazmanın kalın selüloz hücre çeperini bırakarak
yok olmasının nedeni budur. Yaşayan tüm bitkilerin ksilem boru hatları
tamamıyla ölü hücrelerden oluşmaktadır.69 Bu sistemdeki bazı hücrelerse oyuklu
bir yapıya (oyuklu tracheids) sahiptirler. Bunlar uzun hücrelerdir ve kalın,
güçlü çeperleri vardır. Ayrıca yanlarındaki hücreler ile birleşecekleri
yerlerde küçük deliklere (oyuklara) sahiptirler. Hücrenin oyuk bölgesi,
birbirlerine kolay bağlanabilmeleri için, bir sonraki hücrenin oyuğu ile uyumludur.
Bu uyum sayesinde hücre uzantıları gövde boyunca bir seri boru hattı meydana
getirirler. Hücre çeperlerindeki delikler iki hücrenin birbiri ile birleştiği
yerlerdir. Bu yapı, suyun akışı için boru hattının dayanıklılığını artırır.
Buraya
kadar saydığımız tüm özellikler bitkilerde taşımanın güvenli bir şekilde
gerçekleşmesi için gerekli olan alt yapının ilk basamaklarıdır. Bu hücrelerin
oluşturduğu borular öncelikle suyun emilmesi sırasında oluşacak basınca
dayanıklı olmalıdır. Yukarıda da görüldüğü gibi bu sağlamlık hücreler
arasındaki oyuklar yoluyla sağlanmıştır. Daha sonra maddelerin taşınma
sırasında bir engelle karşılaşmasının önlenmesi gerekir, çünkü katedecekleri
yolda karşılacakları herhangi bir engel birbirine çok bağlı olan bu sistemde aksaklıklar
oluşmasına neden olacaktır. Bu ihtimal de sitoplazmanın ölümü ve boş borular
oluşturması ile önlenmiştir.
Ksilem
(odun) borularının hücre çeperleri oldukça kalındır çünkü su, emilme yoluyla ve
belli bir basınç altında, ağacın içinde bulunan bu boru-yolda ilerleyecektir.
Borular oldukça güçlü olan bu negatif basınca karşı koymak zorundadırlar.
Ksilem borularında bir nevi su kolonu oluşur. Bu kolonun gerilme kuvveti,
bilinen en yüksek ağacın en üst noktasına kadar suyu taşıyabilecek güçte
olmalıdır ki bitki hayatını sürdürebilsin. Su, bu güç sayesinde Mamut ağacında
olduğu gibi 120 m. yükseğe kadar çıkabilir..70
Ksilem
borularına suyun topraktan gelişi ise kökler vasıtasıyla gerçekleşir. Bu
noktada kökün iç tabakasının önemi ortaya çıkmaktadır. Kökteki hücrelerin
protoplazmaları vardır. Hücrenin çevresini oluşturan bu protoplazmalar; büyük
bölümü sudan, kalan bölümüyse karbon, hidrojen, oksijen, azot, kükürt, bazen de
fosfor içeren proteinler, nişasta ve şeker gibi karbonhidratlar, yağlar ve
çeşitli tuzlardan oluşan yapılardır.71 Ve özel bir yarı geçirgen zar ile
kaplanmışlardır. Bu da belirli iyonların ve bileşimlerin kolaylıkla dışarı
çıkmalarını sağlar. Kökün bu özel yapısı suyun alımını kolaylaştırmaktadır.
Besin
Taşınması
Besinlerin
taşındığı soymuk boruları (Phloem) sistemi de iki farklı tür hücreden oluşur.
Bu hücreler besinlerin taşındığı temel (eleyici) hücreler ve bağlantı
hücreleridir. Her iki hücre de uzundur ve yapı olarak ksilem sistemindeki
hücrelerden tamamiyle farklıdırlar. Bu farklılık hücrelerin yapısı
incelendiğinde net bir şekilde görülmektedir. Phloem sistemindeki hücrelerin
her ikisi de oldukça ince bir hücre çeperine sahiptir. Ayrıca bunlar canlı
hücrelerdir. Ksilem sistemindekiler ise ölüdürler.
Soymuk
(phloem) borularını oluşturan temel (eleyici) hücreler üzerindeki araştırmalar
bunlarda çekirdek bulunmadığını ortaya koymuştur. Buna karşın, bağlantı
hücrelerininse oldukça yoğun sitoplazmaları ve dışarı doğru çıkık bir
çekirdekleri vardır.
Görüldüğü
gibi bitkilerin taşıma sistemlerindeki borular, yapı, şekil ve oluşum olarak
birbirlerinden tamamen farklıdır. Bu farklılığın nedeni, hücrelerin yerine
getirdikleri görevler ile bağlantılıdır. Hücre çekirdeği, hücreyle ilgili tüm
bilgilerin saklandığı bir merkezdir. Böyle bir merkezin hücre içinde
bulunmaması ise oldukça olağan dışı bir durumdur. Temel (eleyici) hücrelerin
çekirdekleri yoktur, çünkü bu hücrelerdeki bu tip organeller besin maddelerinin
akışını engelleyebilirler.
Bitkilerdeki
taşıma sistemlerinde çok detaylı bir tasarım söz konusudur. Her hücrenin görevi
ve buna bağlı olarak da yapısı çok farklıdır. Bu detaylar karşısında akla çok
küçük alanlara yerleştirilmiş olan bu düzenlerin nasıl ortaya çıktığı sorusu
gelecektir.
Böyle bir
sistemin tesadüfen oluşması mümkün değildir. Bu sistem özel olarak hazırlanmış
bir tasarımın sonucudur. Böyle kompleks ve benzersiz bir sistemin neden
tesadüfen oluşamayacağını sorular sorarak inceleyelim:
Bahsettiğimiz
oluşum yani hücre çekirdeğinin sadece bu hücre türünde yok olması nasıl bir zamanlama
ile, ya da nasıl bir yöntemle ayarlanmış olabilir? Tesadüfler sadece belli
hücrelerin çekirdeklerini kaybetmeleri gerektiğine nasıl karar vermiş
olabilirler? Karar verdiklerini farzedelim, bu durumda söz konusu yapının,
binlerce, milyonlarca yıl tesadüfleri bekleyerek oluşması mümkün müdür? Bu
sorunun mutlaka cevaplandırılması gerekecektir.
Bu kesinlikle mümkün değildir. Düşünelim ve bunu görelim. Bir bitkideki
soymuk borularının eğer çekirdekleri olsaydı ne olurdu? Bu durumda oluşan ilk
tıkanmada bitki yavaş yavaş ölürdü. Bu da bitkinin yok olması, dolayısıyla bir
süre sonra da bu türün yok olması anlamına gelirdi. Bu sistemin yeryüzünde
bulunan diğer tüm bitki türlerinde de oluşması gerektiğini göz önüne alacak
olursak, bitkilerdeki taşıma mekanizmalarının tesadüfen oluşamayacağı gerçeği
daha net görülecektir. Görüldüğü gibi soymuk borularının bitkiler ilk ortaya
çıktıkları andan itibaren bugünkü özellikleriyle eksiksiz var olması
zorunludur. Bitkilerde zamanla gelişme diye bir şey söz konusu değildir.
Bununla
birlikte böyle karmaşık ve kusursuz bir sistemdeki dengenin bir kere sağlanmış
olması da yetmeyecektir. Çünkü, ağaçlarda ve büyük bitkilerde odun boruları
(ksilem sistemi) ve aynı zamanda da soymuk boruları (phloem) sistemi her sene
yeni baştan oluşmaktadır. Sistem; tüm yapıları, kendine has özellikleri, özel
hücre yapıları, sistemin işleme hızı gibi detaylarıyla birlikte hiçbir aksama
olmadan her sene yenilenmektedir.
Dahası,
gıdaların taşınmasında suyun taşınmasının aksine canlı hücreler kullanılmaktadır.
Peki, bu ayrımın sebebi nedir?
Aynı
bitkinin gövdesi içinde yer alan iki sistemdeki bu fark çok önemlidir, çünkü
besin taşınmasında (phloem sisteminde) minerallerin bitki içinde
iletilebilmeleri için direkt olarak hücreler görev yaparlar, bu yüzden
hücrelerin canlı olmaları gerekir. Ksilem sistemindeki hücrelerse suyun
taşınmasında sadece bir boru görevi görürler, suyun yapraklara iletimini
sağlayansa içerideki basınçtır. Besin taşınmasında canlı hücrelerden oluşan bir
sistemin kurulmasının nedeni işte budur.
Bitkilerin
su taşımalarında olduğu gibi, besinleri taşımalarında da sadece teoriler
geçerlidir. Botanikçiler bu sistemin nasıl çalıştığıyla ilgili oldukça yoğun
araştırmalar yapmışlardır. Yapılan araştırmalarla ortaya çıkan sonuçlardan en
kabul göreni "toplu akış hipotezidir".72 Bu hipoteze göre yaprakların iç
dokularında besin olarak üretilen şeker, aktif taşıma yoluyla taşıyıcı kanalda
canlı olan özel hücrelere iletilir. Bu taşıyıcı kanalı oluşturan hücrelere yani
çekirdeğini kaybeden hücrelere gelen şekerli çözelti, kanal boyunca bitkinin
şeker yoğunluğu az olan diğer bölgelerine taşınır.73
Bu
paragrafı bir de cümleler üzerinde detaylı düşünerek inceleyelim. Bitkiyi
oluşturan hücreler şekerin az olduğu bölgeleri tespit edip, gerekli gördükleri
yere şeker taşımaktadırlar. Üzerinde düşünülecek olursa hücrelerin böyle bir
işi yapmalarında olağanüstü bir durum olduğu rahatlıkla görülecektir. Bu olay
nasıl gerçekleşmektedir? Böyle bir kararı hücrelerin kendi kendilerine almaları
ve şeker yoğunluğunun miktarını yine kendi kendilerine tespit etmeleri mümkün
müdür? Elbette ki bu mümkün değildir. Şuursuz hücreler böyle bir tespit
yapamazlar. Diğer hücrelerin nelere ihtiyaçları olduğunu bilemezler.
Bitkilerdeki bu hücreler de evrendeki tüm canlılar gibi Yaratıcımız olan
Allah'a boyun eğmişlerdir ve O'nun ilhamı ile hareket etmektedirler. Allah bu
gerçeği bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
...O'nun,
alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur... (Hud Suresi, 56)
Evrimin
Besinlerdeki Taşıma Sistemleriyle İlgili Çıkmazları
Evrimciler
bitkilerdeki tüm bu sistemlerin milyonlarca yıllık bir zaman süreci içinde,
kontrolsüz tesadüfler sonucunda, bu mükemmel hallerine ulaştıklarını iddia
ederler. Ve evrimcilere göre bu işlemlerin tamamlanmasını bekleyen bitkilere
nedense hiçbir şey olmamıştır. Her tesadüf yerinde gerçekleşirken, geçiş
aşamalarında bitki besin üretemediği için ölmemiş, susuz kalıp kurumamış ve
bütün bunlara milyonlarca yıl dayanmıştır.
Bu bölümde
bitkilerin sahip olduğu kompleks sistemlerden sadece taşıma sisteminin yapısı
genel hatlarıyla incelenmiştir. Bu konu bile kendi başına evrim teorisinin
anlamsızlığını kanıtlamak için yeterlidir. Evrimcilerin bu konulardaki
iddiaları evrimin mikrobiyolojik çöküşü bölümünde detaylı olarak ele
alınacaktır.
Buraya
kadar saydığımız tüm özellikler bitkilerde su ve besin taşımanın güvenli bir
şekilde gerçekleşmesi için gerekli olan alt yapının genel hatlarıdır. İnce
ayrıntılarına girmeden genel hatlarıyla incelediğimiz bu kompleks mekanizmalar
hiç kuşkusuz ki eşsiz ve üstün bir aklın eseridir. Suyun taşınmasında bu iş
için özel seçilmiş hücrelerin oluşturduğu borular vardır ve bunlar suyun
emilmesi sırasında oluşacak basınca dayanıklı olmalıdır. Ayrıca bu yapının suyu
kolay iletebilmesi için sitoplazması olmamalıdır. Besin taşıyan hücreler ise
tam aksine canlı olmak zorundadırlar ve besini iletebilmek için de bir
sitoplazmaya sahip olmalıdırlar. Peki öyleyse bitkilerdeki su ve besin taşıma
işlemini en ince ayrıntısına kadar sağlayan bu mekanizmaları kim oluşturmuştur?
Bitkiler mi? Suyu taşıyan kanallardan, fotosentez yapan yapraklardan,
dallardan, kabuklardan oluşan bitkiler suyun fiziksel özelliklerini, basınç
sistemlerini ve bunlara benzer diğer ayrıntıları bilmeden kendi kendilerine
taşıma işlemine uygun alt yapıyı nasıl kurabilirler? Yine besin taşıyan
kanallar şekerin yapısını bilmeden bu maddeyi en iyi şekilde taşıyacak sistemi
nasıl bulabilirler?
Bu gibi
sorular çoğaltılabilir, ne var ki hepsinin tek bir cevabı vardır. Bitkilerin
böyle kusursuz sistemleri "kurmaları", "tasarlamaları" veya
"bulmaları" gibi bir şey söz konusu bile değildir. Bitkilerin bir
iradeleri yoktur. Bilim adamlarının dahi "anlayabilmekte" güçlük
çektikleri bu kusursuz sistemleri oluşturanlar bitkilerin kendileri değildir.
Tesadüfler de değildir.
Tüm bu
sistemleri tam gereken şekilde bitkinin hücrelerine yerleştiren, bitkiyi de,
suyu da, besini de yaratan Allah'tır. Her şeyi eksiksiz yaratan ve
yarattıklarını da en güzel, en kusursuz yapan Rabbimiz bize Kendisi'ni
tanıtmaktadır.
Besinlerin
Dağıtılması
Köklerin
topraktan aldığı mineralleri dağıtması işlemi de gövdeye düşmektedir. Gövde,
mineralleri ihtiyaç duyulan bölgelere en uygun şekilde dağıtmak durumundadır.
Örneğin kalsiyumun yaprak sapında daha fazla bulunması gerekir çünkü sap,
yaprakları ve çiçekleri taşıdığı için dayanıklı ve sert bir yapıya sahip
olmalıdır. Tohumda ise, sapa oranla daha az miktarda kalsiyum bulunur.
İnsan
vücudundan bir örnek vermek gerekirse magnezyumun insan vücudundaki görevi
kasların güçlenmesini, protein sentezini, hücrelerin büyümesini ve
yenilenmesini sağlamaktır. Yani magnezyum, büyümenin ve hücrenin motorudur.
Bitkilerde de magnezyum, bitkinin büyüme noktalarında depolanmıştır ve oluşacak
klorofilin yapısında yer almak için bekler. Bitkilerde yer alan başka bir
element olan fosfor da aynı magnezyum gibi büyüme noktalarında ve bitkinin
çiçek, meyve gibi kısımlarında daha fazla bulunur.74
Bitkilerde
bulunan bu kusursuz taşıma sistemi, üstün bir yaratılışın ürünüdür. Günümüzde
dahi tam olarak nasıl bir plan üzerine gerçekleştiği keşfedilememiş olan bu
olağanüstü işlem, çok üstün bir akla ve bilgiye sahip olan Rabbimiz'in
yaratmasıdır.
Hiç
kuşkusuz yeryüzündeki tüm canlıların Yaratıcısı ve onların her türlü
ihtiyacından haberdar olan Allah'tır.
Bitkilerin İlginç Özellikleri
Zamanı
ölçebilme yeteneği genelde insanın dışında diğer canlılarda bulunmasının
beklenmediği bir özelliktir. Bunun sadece insanlara özgü olduğu düşünülebilir
ama hem bitkiler hem de hayvanlar, zamanı ölçme mekanizmasına yani
"biyolojik bir saate" sahiptirler:
Bitkilerdeki
Biyolojik Saat
Bitkilerin
zamana bağlı hareketlerinin ilk defa anlaşılması 1920'lere dayanmaktadır. Bu
yıllarda Almanya'da iki bilimadamı Erwin Buenning ve Kurt Stern fasulye
bitkisindeki yaprak hareketlerini inceliyorlardı. İncelemeleri sonunda gördüler
ki, bitkiler gün boyunca yapraklarını güneşe doğru uzatıyorlar, geceleri de tam
dikey olarak yapraklarını büzüp uyku pozisyonuna geçiyorlardı.
Bu
bilimadamlarından yaklaşık iki yüzyıl önce de Fransız Astronom Jacques d'Ortour
de Marian da bitkilerin böyle düzenli bir uyku ritmine sahip olduklarını
gözlemlemişti. Karanlık bir ortamda ısı ve nem ayarlaması yapılarak tekrarlanan
deneylerde bu durumun değişmemesi, bitkilerin içlerinde zaman ölçen bir sistemlerinin
olduğunu göstermişti.
Bitkiler
belirli faaliyetleri için belirli zamanları seçerler. Bunu da güneş ışığındaki
değişimlere bağlı olarak yaparlar. İçlerindeki saat güneş ışığıyla kurulduğu
için ritmik hareketlerini 24 saat içinde tamamlarlar. Bitkilerin ritmik davranışlarının haftalarca
sürdüğü de olabilir.75
Yapılan
ritmik hareketler ne kadar sürerse sürsün değişmeyen bir nokta vardır. Bu hareketler her seferinde bitkinin yaşaması
ve neslinin devamı için, hep en uygun zamanlamada gerçekleşir. Ve bu
hareketlerin başarıyla tamamlanabilmesi için birçok karmaşık işlemin kusursuz
bir şekilde meydana gelmesi gerekir.
Örneğin
birçok bitkide çiçeklenme yılın belli bir zamanında olur. Çünkü bu zamanlar
bitkinin çiçeklenmesi için en uygun zamanlardır. Bitkilerin bu zaman
ayarlamalarını yapan saatleri, güneş ışığının yapraklara düşme süresini de
hesaplar. Her bitkinin biyolojik saati bu süreyi bitkinin kendi yapısal
özelliğine göre hesaplar. Yapılan hesap ne olursa olsun çiçeklenme en uygun
zamanda gerçekleşir. Bu şekilde bir zaman ayarlaması yapan soya fasulyesi üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda, bu bitkilerin ne
zaman ekilirlerse ekilsinler her zaman yılın aynı zamanlarında çiçek açtıkları
görülmüştür.
Bitkiler
çiçeklenmenin dışında daha birçok faaliyetlerinde mükemmel zamanlamalar
kullanırlar. Örneğin gelincik çiçekleri polenlerini yayma zamanlarını, polen
taşıyıcıların en yoğun şekilde dolaştıkları günlere ve saatlere denk
getirirler. Yine her bitki için bu günler ve saatler değişir. Ama sonuçta her
bitki yaptığı zaman ayarlamasıyla en garantili biçimde polenlerini yaydırır.
Gelincik çiçekleri Temmuz ile Ağustos aylarında sabah 05.30 ile 10.00 saatleri
arasında polenlerini yayarlar. Bu saat, arıların ve diğer böceklerin de
beslenmek için dışarıya çıktıkları saatlerdir. Burada bitki, kendi özellikleri
dışında bir de diğer canlıların özelliklerini en ince ayrıntısına kadar hesaba
katmalıdır. Bu bitki kendisini dölleyecek olan canlıların yuvalarından
çıkacakları zamanı, katedecekleri yolun süresini ve beslenme saatlerini tam
olarak bilmelidir. Bu durumda akla şu soru gelecektir: Bütün bu
"bilgilere" sahip olan ve gerekli "hesaplamaları" yapan
"diğer bir canlının özelliklerini analiz eden" ve bir bilgisayar
merkezini andıran bu saat, bitkinin neresindedir?
Bilim
adamları bitkiler dışındaki canlılardaki biyolojik saatin, genel olarak hipofiz
bezinin etkisiyle oluştuğunu düşünmektedirler. Fakat bitkilerdeki bu mükemmel
zaman ölçme sisteminin nerede bulunduğu onlar için hala tam bir sırdır.76
Bu sonuç
bize, bitkilerin her türlü faaliyetlerinin zamanlamasını belirleyen,
dolayısıyla hepsini bilgisi ve denetimi altında bulunduran üstün bir aklın ve
gücün delillerini ortaya koymaktadır. Allah üstün gücü ve sonsuz aklıyla her
yerde yaratılış delillerini bizlere göstermekte ve bunları görerek öğüt alıp
düşünmemizi istemektedir.
Bitkilerdeki
Savunma Stratejileri
Bitkiler
de kendilerini düşmanlarından bir şekilde korumak zorundadırlar. Bu korunma her
bitki türüne göre çeşitlilik gösterir. Örneğin bazı bitkiler, parazitlere ve
böceklere karşı çeşitli salgılar üreterek düşmanlarıyla mücadele ederler ve
kendilerini ancak bu şekilde korurlar. Bir numaralı savunma silahları olan
zehirli kimyasal salgılarını gereği gibi kullanabilmek için bitkiler çok
çeşitli stratejiler kullanırlar. Örneğin, mantar ve salatalıkların zehirli
uçları vardır ve bunları saldırı anında harekete geçirirler. Bu tam teçhizatlı
savaşın başka bir örneği de çınar ağaçlarında mevcuttur. Çınar ağacı,
yapraklarından salgıladığı bir öz su yardımıyla, gövdesinin altındaki toprağı
sistemli bir şekilde zehirler, öyle ki bu zehirden sonra, toprağın üstünde
küçücük bir ot bile yetişemez. Bu zehirli maddeyi bünyesinde barındırmasına
rağmen çınar ağacı kendisi bundan herhangi bir zarar görmez.
Saldırıya
uğradıklarında bulundukları ortamdan uzaklaşmalarını sağlayacak ayakları veya
savaşacak herhangi bir organı olmayan bitkiler düşmanlarına karşı sadece
salgılarla karşılık vermezler, bunun yanı sıra pek çok savunma mekanizması ile
birlikte yaratılmışlardır. Bu mekanizmaların içinde haberleşme yeteneği de
vardır.77 Bazı bitkiler, ısırılan bölgeden kendilerini ısıran böceğin sindirim
sistemini bozucu ve ona sahte tokluk hissettiren bir sıvı salgılar. Aynı
zamanda yaprak hasar gördüğü yerden "jasmonik asit" denen bir tür
asit de salgılayarak diğer yaprakların saldırıdan haberdar olmalarını ve
savunmaya geçmelerini sağlar.
Mısır ve
fasulye bitkileri ise düşmanlarından korunmak için parazit yaşayan eşek
arılarını adeta paralı asker gibi kullanırlar. Yapraklarına tırtıl dadandığında
özel bir kimyasal salgı salgılayan bu bitkiler eşek arılarını bulundukları yere
toplarlar. Eşek arıları da larvalarını bitkiye saldırmış olan tırtılların
üstlerine bırakırlar. Büyüyen eşek arısı larvaları tırtılların ölümüne neden
olur bu da bitkinin kurtulmasını sağlar. Bitkilerin bazıları ise aleolu
kimyasal bileşikleri yapılarında bulundururlar. Bunlar böcek ve hayvanlar için
bazen çekici, bazen korkutucu, bazen alerji yapıcı, bazen de öldürücü olarak
etkilerini gösterirler.
Örneğin
kelebekler çalı çiçekli bitkilere yanaşmazlar. Çünkü bu tür çiçekler savunma
sistemlerinin içinde "sinigrin" adlı bir zehir maddesi bulundururlar.
Buna karşın kelebekler zehir maddesi taşımadıklarını bildikleri salkım çiçekli
bitkileri tercih ederler. Buradaki ayrımı kelebeklerin nasıl öğrenmiş
olabilecekleri ayrıca cevap bekleyen bir sorudur. Kelebeğin bunu tecrübe ederek
öğrenmesi imkansızdır. Bitkinin tadına bakması kelebeğin sonu olacaktır. O
halde bu bilgiyi kelebekler farklı bir şekilde elde etmektedirler.
Akçaağaçların,
özellikle şeker akçaağacının genç sürgünlerini ve yapraklarını zararlı
canlılardan koruma düzeni çoğu zaman insanların ürettikleri böcek
öldürücülerden çok daha etkilidir. Şeker akçaağacı, gövdesinde bol şekerli öz
su olmasına rağmen, yapraklarına "tanen" denen bir maddeyi gönderir.
Bu, böcekleri rahatsız eden bir maddedir. "Tanen"li yaprakları yiyen
böcekler kurtulmak için hemen daha az tanenli üst yapraklara çıkarlar. Oysa üst
yapraklar kuşların en çok uğradıkları yerlerdir. Buraya kaçan böcekler kuşlar
tarafından avlanırlar. Şeker akçaağacı bu stratejisi sayesinde böcek
saldırılarından az zarar görerek kurtulur.78
Orta ve
Güney Amerika'da yetişen bir asma bitkisi siyah ve yeşil tırtıllar ve kırmızı
kelebekler için çok ideal ve çekici bir yiyecek türüdür. Öyle ki bu böcekler,
yavrularının yumurtadan çıkar çıkmaz bu lezzetli yiyecekle beslenebilmeleri
için, yumurtalarını asma bitkisinin yaprakları üzerine bırakırlar. Yalnız
burada çok önemli bir nokta vardır. Bu kelebekler yumurtalarını bırakmadan önce
asmanın yapraklarını iyice kontrol ederler. Eğer bir başka hayvan yumurtalarını
yerleştirmişse, aynı bitkinin yapraklarından birden fazla ailenin bireylerinin
beslenmesi zor olacağından, orayı tercih etmez ve boş olan başka yaprakları
ararlar.79
Böceklerin
tercihinin bu yönde olması bitki için oldukça büyük bir avantajdır çünkü asma
bitkisi saldırıdan korunmak için böceklerin bu seçiciliğinden faydalanır.
Asma
bitkisinin bazı cinsleri, yapraklarının üst kısımlarında, yeşil yumrucuklar
oluştururlar. Bazı türleri ise, yaprağın altında bulunan, dal ile birleşme yeri
üzerinde, kelebeklerin yumurtalarına benzer renkte lekecikler meydana
getirirler. Bunu gören tırtıl ve kelebekler, başka böceklerin kendilerinden
evvel bu yaprakların üzerine yumurtladıklarını zannederler ve bitkiye
yumurtlamaktan vazgeçerek, kendilerine yeni yapraklar aramaya başlarlar.
Yapraklarını
böylesine inanılmaz bir yöntemle koruma altına almış olan asma bitkisi,
herkesin bildiği gibi topraktan çıkan ve kuru bir dal ile yapraklardan oluşan
bir bitkidir. Bu bitki herhangi bir akıl, hafıza ve teşhis kabiliyetine sahip
değildir. Kendisinden tamamen farklı bir canlının, bir böceğin özelliklerini,
tercihlerini, yumurtlarının şeklini bilmesine kesinlikle imkan yoktur. Ama
görüldüğü gibi asma bitkisi böceğin, hangi şartlarda yumurtalarını bırakmaktan
vazgeçip de başka bir bitkiye yöneleceğini bilmekte, ayrıca kendi yapraklarında
bu yumurtalara benzer desenler oluşturmakta ve çeşitli değişiklikler
yapmaktadır. Asma bitkisinin, herhangi bir böceğin yumurtalarını taklit
edebilmesi için neler yapması gerektiğini birlikte düşünelim. Taklit, zeka
gerektiren bir yetenektir. Bu nedenle bitki bir zekaya sahip olmalı, bu
yumurtaları görüp idrak etmeli ve hafızasına bunu yerleştirmelidir. Daha sonra
bu özelliklerini, bazı sanatsal kabiliyetleri ile birleştirip, kendi bünyesinde
çeşitli değişiklikler oluşturup böyle bir savunma taktiği geliştirmelidir.
Elbette ki bu saydıklarımızın hiçbiri, bir bitki tarafından gerçekleştirilmiş
olması, ya da çeşitli tesadüfler sonucunda ortaya çıkması mümkün olan şeyler
değildir. Gerçek şu ki, asma bitkisi bu özelliğe sahip olarak
"yaratılmış"tır. Bu, ona Allah tarafından özel olarak verilmiş bir
savunma sistemidir. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan Allah yeryüzündeki
tüm bitkilerin bulundukları ortamda gereken her türlü ihtiyaçlarını
yaratmıştır. Allah her şeyin hakimidir. Tüm evrende olan biten her şeyden
haberdardır. Allah bir ayetinde bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
Gökten yere
her işi O evirip düzene koyar... (Secde Suresi, 5)
İlginç
Bitkilerden Birkaç Örnek
Arum
zambağı döllenmeye hazır hale gelince keskin kokulu bir amonyak gazı (NH3) yaymaya başlar. Çiçeğin son derece
ilginç bir yapısı vardır. Polenlerinin bulunduğu bölüm, beyaz yapraklı yapının
içinde dip taraftadır ve dışarıdan görünmez. Bu yüzden sadece koku yaymak
böceklerin dikkatini çekmek için yeterli değildir. Polenler döllenmeye hazır
olduğunda zambak saldığı kokuyla birlikte çiçeğinin dışta kalan bölümünü de
ısıtır. İşte bu yalnızca aydınlık saatlerde ve bir gün içerisinde gerçekleşen
ısınma ve koku böcekler için çok çekicidir. Bu ısı ve koku nasıl ortaya çıkıyor
sorusunu cevabını bulmaya çalışan bilim adamları bitkinin metabolizmasında
gerçekleşen hızlanma sonucunda ortaya özel bir asit çıktığını bulmuşlardır.
Glutanamik
asit denen bu maddenin kimyasal yollarla parçalanması sonucunda çiçeğin yaydığı
ısı ve koku oluşur. Bu sayede böcekler çiçeğe gelirler. Ne var ki böcekler için
bu yeterli değildir çünkü arum zambağının polen tozları dipte kapalı
torbacıklarda bulunur. Çiçek buna da hazırlıklıdır. Yağlı olan dış yüzeyi
sebebiyle gelen böcekler kayarak aşağı çiçeğin içine düşerler ve bir daha da
kaygan duvarlardan yukarı tırmanamazlar. Bulundukları bölümde çiçeğin dişi
organlarının ürettiği şekerli bir sıvı vardır. Ayrıca gece olunca polenlerin
kapalı olduğu torbacıklar da açılır ve böcekler bunlara bulanırlar. Böcekler
çiçeğin içinde bir gece kalırlar. Sabah olunca çiçeğin üzerinde bulunan
dikenler bükülerek böceklerin yukarı tırmanması için merdiven işlevi görürler.
Merdivenden tırmanan böcekler, özgürlüklerine kavuşur kavuşmaz görevlerini
yerine getirmek için dölleyici polen yükleriyle birlikte başka bir zambağa
giderler.80
İlgi
çekici bir güzellikte olan Passiflore çiçeği, yaprakları üzerinde yer alan
küçük iğneler sayesinde düşmanı olan tırtıllara karşı koyabilmektedir. Bu
iğneler, yumurtadan çıkan tırtılların en ufak bir yer değiştirmesi halinde
bedenlerine saplanır. Böylece, passiflore çiçeği, bu tırtıllar henüz doğup ona
zarar vermeden önlemini almış olur.81
Çevremizdeki
güzellikler bazen oldukça etkileyici biçimlerde belirirler. Kışın kar örtüsünün
altında donmuş bir şekilde korunan kardelenler, baharda karların erimesi ile
birlikte çiçek açarlar. Karların içinden çıkan bu muazzam güzellik ve renk
cümbüşü, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğun ve ihtişamın örneklerinden
yalnızca bir tanesidir.82
Resimde
görülen bu canlı kayalar gerçekte toprağın altında gizlenmiş olan bir bitkinin
etli yapraklarıdır. Çiçek açmadığı zamanlarda bir kayadan farksız olan taş
kaktüs bitkisi aslında gerçek bir kaktüs değildir. Kayaya benzeyen görünüşü
onun düşmanlarından çok iyi bir şekilde korunmasını sağlar.83
Küstüm
otunun çok ilginç bir savunma sistemi vardır. Bu bitkinin yapraklarına
dokunulduğunda birkaç saniye içinde, sapla birlikte yapraklarının gövdeye doğru
yaslandığı görülecektir. Eğer bitkiyi rahatsız eden etki devam ederse bu kez
küstüm otu aşağıya doğru ikinci bir hareket yaparak gövdesinin üzerindeki sivri
dikenleri ortaya çıkarır. Bu da böcekleri kaçırmak için yeterlidir. Bitkideki
bu hareketi gerçekleştiren mekanizma elektrik akımlarıyla başlar. Bu akım aynı
insan vücudundaki sinirlerden geçen akım gibidir. Bitkinin reaksiyonları bizde
olduğu kadar hızlı değildir. Bununla birlikte bitki özünü taşıyan kanallar
aracılığıyla iletilen elektrik sinyalleri 30 santimetrelik mesafeyi bir-iki
saniye içinde geçer. Isı ne kadar yüksek olursa, reaksiyon o kadar hızlı olur.
Her bir yaprağın dibi (yaprağın sapıyla birleştiği yerde), oldukça şişkindir.
Buradaki hücreler sıvıyla doludur. Uyarı buraya ulaştığı zaman, yaprağın
dibindeki şişkinliğin alt yarısı aniden suyunu boşaltır ve aynı anda diğer üst
yarı, bu suyu kendi bünyesine alır. Ve yaprak aşağıya doğru düşer. Böylece
uyarı saplar boyunca ilerlerken, yapraklar domino taşları gibi teker teker,
ardı ardına kapanır. Bu şekilde bir savunma hareketinden sonra, bitkinin tekrar
hücrelerini doldurup, yapraklarını açabilmesi için 20 dakika gereklidir.84
Bitkilerin Evrimi Senaryosu
Evrimciler,
bitkilerin oluşumuyla ilgili olarak tek
bitkiden yüz binlerce çeşit bitki türünün ortaya çıktığını iddia ederler.
Kuşkusuz evrimciler diğer konularda olduğu gibi bu konuda da iddialarını
destekleyebilecek herhangi bir bilimsel delil sunamazlar. Çünkü evrimciler
hayvanların ve insanların evrimi ile ilgili iddialarında düştükleri çıkmaza,
bitkilerin evrimi ile ilgili ortaya attıkları senaryolarda da düşmektedirler.
Bugün
bitkilerin evrimi senaryosu savunucularının düştükleri en büyük çıkmaz hiç
kuşkusuz ki ilk bitki hücresinin nasıl olup da evrimleştiğidir. Aslında, sadece
bitkilerin evrimi konusunda değil, evrimle açıklanmaya çalışılan her konuda
evrimcilerin içine düştükleri en büyük çıkmaz, kuşkusuz ki ilk hücrenin nasıl
oluştuğu konusudur.
Bilindiği
gibi hücreler son derece küçük canlı yapılar olmalarına rağmen çok karmaşık
sistemlere sahiptirler. Öyle ki bu sistemlerin tam olarak nasıl işledikleri
konusunda bugüne kadar anlaşılamamış pek çok nokta bulunmaktadır. Hücre dev bir
fabrika benzeri kompleks yapılara sahiptir. Tek bir organelinin eksik veya
olması gerektiğinden farklı olması durumunda hücre işlevini yerine getiremez.
Çünkü her bir organelin özel bir görevi ve diğer organeller ile çok karmaşık
bağlantıları vardır. Bir hücrenin içinde enerji üreten yapılardan hücre ile
ilgili bütün bilgilerin kayıtlı olduğu birimlere, gerekli yerlere maddelerin
ulaşmasını sağlayacak taşıma sistemlerinden, gelen maddeleri ayrıştırma
bölümlerine, enzim ve hormon üreten birimlere kadar pek çok kompleks yapı
mevcuttur.
Bu yapılar
karşısında evrimci bir bilim adamı olan W.H. Thorpe, "canlı hücrelerinin
en basitinin sahip olduğu mekanizma bile, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı,
hatta hayal ettiği bütün makinelerden çok daha komplekstir"85 şeklindeki ifadesiyle hayranlığını
belirtmiştir.
Hücredeki
olağanüstü yapıyı görmezlikten gelemeyen bilim adamlarından biri de ünlü Rus
evrimcilerinden Alexander Oparin'dir. Oparin evrim teorisinin hücrenin
kompleksliği karşısında içine düştüğü durumu şöyle ifade eder:
Maalesef
hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık
noktayı oluşturmaktadır.86
Bir canlı
hücresinin tesadüfen oluşması kesinlikle mümkün değildir. 20. yüzyıl biliminin
hücredeki akıl almaz kompleksliği ortaya çıkarması, böyle olağanüstü bir
yapının tesadüfen ortaya çıkabilmesinin her türlü ihtimalin dışında olduğunu
göstermiştir. Bununla birlikte 21. yy.'ın eşiğinde olduğumuz şu dönemde
hücrenin daha pek çok sırrı modern bilim tarafından henüz aydınlanmamıştır.
Hücrenin tesadüfen oluşması bir yana, bugün en gelişmiş teknolojiye sahip
laboratuvarlarda, uzman bilim adamlarının yıllar süren tecrübe ve gayretleri
sonucunda bile yapay olarak bir canlı hücresi üretilememektedir.
Sonuçta,
tek bir canlı hücresi bile bizi o kesin ve mutlak sonuca götürür: Her şey, sonsuz
akıl ve kudret sahibi olan Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur ve her şey O'nun
eşsiz sanatının ve ilminin eseridir.
Bu
bölümde, canlı hücresinin neden tesadüfen oluşamayacağı konusuna detaylı olarak
girilmeyecektir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hücredeki Mucize)
Bu kitapta ele alınacak olan asıl konu, evrim teorisinin iddia ettiğinin
aksine, tek bir bakteri hücresinden tesadüfler sonucunda mükemmel bir şekilde
tasarlanmış bitkilerin oluşamayacağı olacaktır.
Evrimciler
dünyanın ilk oluşum dönemlerinde bir bakteri hücresinin tesadüfen ortaya
çıktığını, milyonlarca yıl süren bir zaman süreci sonucunda bu hücreden diğer
tüm canlıların; örneğin kuşların, böceklerin, kaplanların, atların,
kelebeklerin, yılanların, sincapların çıktığını iddia ederler. Aynı şekilde
sayısız bir çeşitliliğe sahip olan bitkiler de evrimcilere göre yine tek bir
bakteri hücresinden oluşmuştur. İşte bu bölümde evrimcilerin bu iddialarının
gerçekleşmesinin imkansızlığı ve bunların hayal gücüne dayalı, bilimsel olmayan
iddialar olduğu incelenecektir.
Bitkilerin
evrimi senaryosunda, ilk bitki hücresinin sözde fotosentez yapabilen
"ilkel" bir bakteri hücresinden evrimleştiği iddia edilir. Bu
senaryoda evrimleştiği öne sürülen "ilkel hücre", bir bakteri
hücresidir (prokaryot hücre). Bu iddianın tutarsızlığına geçmeden önce, bir
bakteri hücresinin evrimcilerin iddia ettikleri gibi gerçekten
"ilkel" olup-olmadığını inceleleyelim.
Evrim
Teorisinin İlkel Hücre Olduğunu Öne Sürdüğü Bakterilerdeki Üstün Yaratılış
Bakteriler,
1 mikrometre (1 milimetrenin binde biri) çapında olan ve hücre zarı ile DNA
ipliğinden başka yapı içermeyen çok küçük canlılardır. Yapıları diğer canlı
hücreleri ile karşılaştırıldığında çok daha basit gibi görünür. Ancak bu, bakterilerin kesinlikle ilkel canlılar oldukları
anlamına gelmez. Bu küçük hücrelerin içerisinde yeryüzünde yaşamın
sürekliliğini sağlayan çok önemli biyokimyasal olaylar gerçekleşir. Bakteriler,
yeryüzündeki doğal ekolojik sistemin işleyişinde çok önemli görevleri yerine
getirirler. Örneğin bazı bakteri türleri ölü bitki ve hayvan kalıntılarını
parçalayarak, bunları canlı organizmalar tarafından tekrar kullanılmak üzere
temel kimyasal maddelere dönüştürürler. Bazıları toprağın verimliliğini
artırırlar. Bunlardan başka sütü peynire dönüştürmek, zararlı bakterilere karşı
antibiyotik üretmek, vitamin sentezi yapmak gibi çok önemli görevler yerine
getirirler.
Bunlar
bakterilerin yerine getirdikleri sayısız görevden sadece birkaç tanesidir.
Bütün bunları yapan bakterilerin hücre yapıları basit gibi görünse de
derinlemesine incelendiğinde hiç de böyle olmadığı görülür. Bir bakterinin 2000
civarında geni vardır. Her bir gen ise 1000 kadar harf (şifre) içerir. Bu da
bakterinin DNA'sındaki bilginin en az 2 milyon harf uzunluğunda olması
demektir. Bu ne anlama gelir? Bu hesaba göre tek bir bakterinin DNA'sının
içerdiği bilginin, her biri 100.000 kelimelik 20 romana denk olması demektir.87
İşte her
bir bakterinin DNA'sında kodlu bu bilgilerdeki herhangi bir değişiklik,
bakterinin tüm çalışma sistemini bozacak kadar önemlidir. Görüldüğü gibi
bakterilerin gen şifrelerinde bir aksaklık olması, çalışma sistemlerinin
bozulması, yani bakterilerin yaşayamamaları ve nesillerini devam ettirememeleri
anlamına gelir. Bunun sonucunda da ekolojik denge zincirinin çok kritik bir
halkası kopmuş ve canlılar alemindeki bütün dengeler altüst olmuş olur. Bu
kompleks özellikler göz önüne alındığında evrim teorisinin iddia ettiği gibi
bakterilerin ilkel hücreler olmadıkları anlaşılmaktadır. Dahası evrimcilerin
iddiasındaki gibi, bakterilerin evrimleşerek bitki ve hayvan hücrelerine
(ökaryotik hücrelere) dönüşmesi de her türlü biyoloji, fizik ve kimya kuralına
aykırı bir olaydır. Bu imkansızlığı açıkça bilmelerine rağmen evrim teorisi
savunucuları çaresizliklerinden uydurdukları bu tutarsız teorileri savunmaktan
vazgeçmezler. Bununla birlikte bu teorilerinin tutarsızlığını da zaman zaman
dile getirmekten geri duramazlar. Örneğin, ünlü yerli evrimcilerden Prof. Ali
Demirsoy ilkel olduğu iddia edilen bakteri hücrelerinin ökaryotik hücrelere
dönüşemeyeceğini şu sözleriyle itiraf etmektedir:
Evrimde
açıklanması en zor olan kademelerden biri de bu ilkel canlılardan, nasıl olup
da organelli ve karmaşık hücrelerin meydana geldiğini bilimsel olarak
açıklamaktır. Esasında bu iki form arasında gerçek bir geçiş formu da
bulunamamıştır. Bir hücreliler ve çok hücreliler bu karmaşık yapıyı tümüyle
taşırlar, herhangi bir şekilde daha basit yapılı organelleri olan ya da
bunlardan birinin daha ilkel olduğu bir gruba veya canlıya rastlanmamıştır. Yani
taşınan organeller her haliyle gelişmiştir. Basit ve ilkel formları yoktur.88
"Evrimci
bir bilim adamı olan Prof. Ali Demirsoy'u bu derece açık itirafları yapmaya
iten nedir?" sorusu akla gelebilir. Bu sorunun cevabı, bakteri hücresi ile
bitki hücresi arasındaki büyük yapısal farklılıklara bakıldığında çok net bir
şekilde verilebilir. Bunlar;
1. -
Bakteri hücresinin hücre duvarı polisakarid ve proteinden oluşurken, bitki
hücresinin hücre duvarı bunlardan tamamen farklı bir yapı olan selülozdan
oluşur.
2. - Bitki
hücresinde zarla çevrili, son derece kompleks yapılara sahip pek çok organel
varken, bakteri hücresinde hiç organel yoktur. Bakteri hücresinde sadece
serbest halde dolaşan çok küçük ribozomlar vardır. Bitki hücresindeki
ribozomlar ise daha büyüklerdir ve zarlara bağlıdırlar. Ayrıca her iki ribozom
tipi de farklı yolla protein sentezi gerçekleştirir.89
3. -
Bakteri hücresindeki ve bitki hücresindeki DNA'ların yapıları birbirlerinden
farklıdır.
4. - Bitki
hücresindeki DNA molekülü çift katlı bir zarla muhafaza edilirken, bakteri
hücresindeki DNA molekülü hücre içerisinde serbest durmaktadır.
5. -
Bakteri hücresindeki DNA molekülü biçim olarak kapalı bir ilmik görünümündedir
yani daireseldir. Bitki hücresindeki DNA molekülü ise doğrusal biçimdedir.
6. -
Bakteri hücresindeki DNA molekülünde oldukça az sayıda protein vardır. Ancak
bitki hücresindeki DNA molekülü bir uçtan diğer uca kadar proteinlere bağlıdır.
7. -
Bakteri hücresindeki DNA molekülü tek bir hücreye ait bilgi taşımaktayken,
bitki hücresindeki DNA molekülü bitkinin tümüne ait bilgileri taşır. Örneğin
meyveli bir ağacın kökleri, gövdesi, yaprakları, çiçekleri ve meyvesine ait tüm
bilgiler, ağacın tüm hücrelerinin her birinin çekirdeğindeki DNA'da ayrı ayrı
bulunmaktadır.
8. - Bazı
bakteri türleri fotosentetiktir, yani fotosentez yaparlar. Ancak bitkilerden
farklı olarak bakteriler hidrojen sülfit ile sudan ziyade başka bileşikleri
kırar ve oksijen gazı salmazlar. Ayrıca fotosentetik bakterilerde (örneğin
cyano bakterisinde) klorofil ve fotosentetik pigmentler kloroplast içinde
bulunmazlar. Bunlar hücrenin içinde çeşitli zarların içine gömülü olarak
dağılmışlardır.
9. -
Bakteri hücresi ile bitki/hayvan hücresindeki mesajcı RNA'ların biyokimyasal
yapıları birbirlerinden oldukça farklıdır.90
Mesajcı
RNA, 3 tip RNA arasında belki de en önemli olanıdır. Çünkü DNA direkt olarak
protein sentezlemez. DNA, mesajcı RNA molekülünü sentezler ve mRNA polipeptid
amino asitlerinin zincirleme olarak üretilmesi için gerekli bilgiyi içerir.
Mesajcı RNA'nın taşıdığı bu bilgiler gerekli yere ulaşınca amino asitler ve
proteinler üretilir.
Hücrenin
yaşayabilmesinde mesajcı RNA son derece hayati bir görev üstlenmiştir. Ancak
mesajcı RNA hem ökaryotik (canlı hücrelerinde) hem de prokaryotik (bakteri
hücrelerinde) hücrelerde aynı hayati görevi üstlenmiş olmasına rağmen,
biyokimyasal yapıları birbirlerinden farklıdır. Science'ta yayınlanan bir makalesinde Darnell konuyla
ilgili olarak şöyle yazmıştır:
Mesajcı RNA
oluşumunun biyokimyasında ökaryotlar ve prokaryotlar kıyaslandığında fark o
kadar büyüktür ki prokaryot hücreden ökaryot hücreye evrim muhtemel değildir.91
Yukarıda
birkaç örneğini verdiğimiz bakteriler ve bitki hücreleri arasındaki büyük
yapısal farklılıklar evrimci bilim adamlarını büyük çıkmaza sokmaktadır. Bazı
bakterilerin ve bitki hücrelerinin sahip oldukları ortak yönler olmasına
rağmen, bu yapılar genel olarak birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Hatta
bakterilerde hiç organel bulunmamasına rağmen, bitki hücrelerinde çok kompleks
işlevlere sahip birçok organel bulunması bitki hücresinin bakteri hücresinden
evrimleştiği iddiasını kesin olarak geçersiz kılmaktadır.
Prof. Ali
Demirsoy aşağıdaki sözleriyle bu durumu açıkça itiraf etmektedir:
Karmaşık
hücreler hiçbir zaman ilkel hücrelerden evrimsel süreç içerisinde gelişerek
meydana gelmemiştir.92
Evrimcilerin
Bu Konudaki İddialarının Geçersizliği
Bir
bakteri hücresinden bitki hücrelerinin evrimleşmesi kesinlikle mümkün
olmamasına rağmen, evrimci bilim adamları bu gerçeği görmezden gelmeye
çalışarak birçok tartışmalı hipotezler ortaya atmışlardır. Ancak yapılan
deneyler ortaya atılan bu hipotezleri çürütmektedir.93 Bu hipotezlerden en popüler olanı
"endosimbiosis" tezidir.
Bu tez
1970 yılında Lynn Margulis tarafından ortaya atılmıştır. Margulis Ökaryotik Hücrelerin
Kökeni isimli kitabında bakteri hücrelerinin ortak ve asalak yaşamları
sonucunda bitki ve hayvan hücrelerine dönüştüklerini iddia etmektedir. Bu
teoriye göre, bitki hücreleri bir bakteri hücresinin bir başka fotosentetik
bakteriyi yutmasıyla ortaya çıkmıştır. Fotosentetik bakteri ana hücrenin
içerisinde evrimleşerek kloroplast haline gelmiştir. Son olarak ana hücrede,
her nasıl olduysa, çekirdek, golgi, endoplazmik retikulum ve ribozomlar gibi
son derece kompleks yapılara sahip organeller evrimleşmiştir. Böylece bitki
hücreleri oluşmuştur.
Görüldüğü
gibi evrimcilerin bu tezleri tamamen hayal ürünü olan bir senaryodan başka bir
şey değildir. Bütün masalsı anlatımına rağmen, bu senaryo evrimciler açısından
mutlaka ortaya atılması gereken bir senaryoydu. Çünkü evrimcilerin, hem bitki
hücresi gibi kompleks bir yapının, hem de fotosentez gibi canlılar alemindeki
en hayati reaksiyonun nasıl ortaya çıktığını bir şekilde açıklamaları
gerekiyordu. Margulis'in bu teorisi, hücrenin sahip olduğu bir özelliğe dayandırıldığı
için, diğer iddialardan daha avantajlı gibi görünüyordu. Bu yüzden Margulis'in
ortaya attığı bu tez, çıkmaz içindeki pek çok evrimci bilim adamı tarafından
bir can simidi olarak görüldü.
Evrimciler
bitki hücresinin bir özelliğine dayanarak bu teoriyi savundular. İşte bu
özellik, hücrenin bütünü göz ardı edilerek tek başına ele alındığında, konu
hakkında bilgisi olmayan kişileri aldatmaya elverişli bir özellikti. Fakat bu
durum konu hakkında önemli çalışmalar yapan pek çok bilim adamı tarafından da
çok yönlü olarak eleştirildi: Bu bilim adamlarına örnek olarak D.Lloyd94, Gray ve Doolittle95, Raff ve Mahler'i verebiliriz.
Endosimbiosis
tezinin dayandırıldığı özellik, hücre içerisindeki kloroplastların ana
hücredeki DNA'dan ayrı olarak kendi DNA'larını içermesidir. İşte bu özellikten
yola çıkarak bir zamanlar mitokondri ve kloroplastların bağımsız hücreler
oldukları ileri sürülür. Ne var ki kloroplastlar detaylı olarak incelendiğinde,
bu iddianın göz boyamaya yönelik bir senaryodan başka bir şey olmadığı görülür.
Margulis'in
endosimbiosis tezini geçersiz kılan noktalar şunlardır:
1. -
Öncelikle kloroplastlar iddia edildiği gibi geçmişte bağımsız hücreler iken
büyük bir hücre tarafından yutulmuş olsalardı bunun tek bir sonucu olurdu; o
da, bunların ana hücre tarafından sindirilmesi ve besin olarak kullanılmasıdır.
Çünkü söz konusu ana hücrenin dışarıdan besin yerine yanlışlıkla bu hücreleri
aldığını varsaysak bile, ana hücre sindirim enzimleriyle bu hücreleri
sindirirdi. Tabii bu durumu bazı evrimciler "sindirim enzimleri yok
olmuştu" diyerek geçiştirebilirler. Ama bu, açık bir çelişkidir. Çünkü
eğer hücrenin sindirim enzimleri yok olmuş olsaydı bu kez beslenemediği için
ölmesi gerekirdi.
2. - Yine,
tüm imkansızların gerçekleştiğini kloroplastın atası olduğu iddia edilen
hücrelerin ana hücre tarafından yutulduğunu varsayalım. Bu kez karşımıza başka
bir problem çıkar: Hücre içerisindeki bütün organellerin planı DNA'da şifre
olarak bulunmaktadır. Eğer ana hücre yuttuğu diğer hücreleri organel olarak kullanacaksa
onlara ait bilgiyi de DNA'sında şifre olarak önceden bulunduruyor olması
gerekirdi. Hatta yutulan hücrelerin DNA'ları da ana hücreye ait bilgilere sahip
olmalıydı. Böyle bir durumun gerçekleşmesi ihtimalinin olmamasının yanı sıra
hücrenin DNA'sıyla, yutulan hücrelerin DNA'larının birbirlerine sonradan uyum
sağlamaları da mümkün değildir.
3. - Hücre
içinde çok büyük bir uyum vardır. Kloroplastlar ait oldukları hücreden bağımsız
hareket etmezler. Kloroplastlar protein sentezlemede ana DNA'ya bağımlı
olmalarının yanında çoğalma kararını da kendileri almazlar. Bir hücrede tek bir
tane kloroplast ve tek bir tane mitokondri yoktur. Sayıları birden fazladır.
Tıpkı diğer organellerin yaptığı gibi bunların sayıları hücrenin aktivitesine
göre artar ya da azalır. Bu organellerin kendi bünyelerinde ayrıca bir DNA
bulunmasının özellikle çoğalmalarında çok büyük faydası vardır. Hücre
bölünürken, çok sayıdaki kloroplast da ayrıca ikiye bölünerek sayılarını 2'ye
katladıklarından, hücre bölünmesi daha kısa sürede ve seri olarak gerçekleşir.
4. -
Kloroplastlar bitki hücresi için son derece hayati önemi olan güç
jeneratörleridir. Eğer bu organeller enerji üretemezlerse, hücrenin pek çok
fonksiyonu işleyemez. Bu da canlının yaşayamaması demektir. Hücre için bu
derece önemli olan bu fonksiyonlar kloroplastlarda sentezlenen proteinlerle
gerçekleştirilir. Ancak kloroplastların bu proteinleri sentezlemek için kendi
DNA'ları yeterli değildir. Proteinlerin büyük çoğunluğu hücredeki ana DNA
kullanılarak sentezlenir.96
Böyle bir
uyumu deneme-yanılma metoduyla elde etmeye çalışırken DNA üzerinde meydana
gelebilecek değişikliklerin ne gibi etkileri olabilir? Bir DNA molekülünün
üzerinde meydana gelebilecek herhangi bir değişiklik kesinlikle canlıya yeni
bir özellik kazandırmaz, aksine sonuç kesinlikle zarardır. Mahlon B. Hoagland, Hayatın
Kökleri adlı kitabında bu durumu şu sözleriyle açıklamıştır:
Hatırlayacaksınız,
hemen hemen her zaman bir organizmanın DNA'sında bir değişikliğin olması onun
için zararlıdır; başka bir deyişle yaşamını sürdürebilme kapasitesinde azalmaya
yol açar. Bir benzetme yapalım: Shakespeare'in oyunlarına rasgele eklenen
cümlelerin onları daha iyi yapması pek olası değildir... Temelinde DNA
değişiklikleri ister mutasyonla, ister bizim dışarıdan bilerek eklediğimiz
yabancı genlerle olsun, yaşamı sürdürebilme ihtimalini azaltma özelliklerinden
dolayı zararlıdır.97
Evrimcilerin
öne sürdükleri iddialar bilimsel deneylere ve bu deneylerin sonuçlarına
dayanılarak ortaya atılmamıştır. Çünkü bir bakterinin başka bir bakteriyi
yutması gibi bir olay hiçbir şekilde gözlenmemiştir. Whitfield, Book Review
of Symbiosis in Cell Evolution adlı kitabında bu durumu şöyle ifade
etmektedir.
Prokaryotik
endosimbiosis (yutma) belki de tüm Endosimbiotik teorinin dayandığı hücresel
mekanizmadır. Eğer bir prokaryot bir diğerini içine alamaz ise
endosimbiozun nasıl kurulduğunu tahmin etmek güçtür. Maalasef, Mangulia ve
endosimbioz teori için hiçbir modern örnek yoktur.98
Fotosentezin
Kökeni
Gerçekte
şu ana kadar incelediğimiz tüm bu imkansızlıklar bitkilerin evrimi senaryosunu
geçersiz kılmaya yeterlidir. Ama bütün bu açıklamalara gerek kalmadan da tek
bir soru ile evrimcilerin tüm iddiaları yerle bir olmaktadır:
Dünya
üzerinde benzeri olmayan bir işlem olan fotosentez işlemi nasıl ortaya
çıkmıştır?
Evrim
teorisine ait olan senaryoya göre, bitki hücreleri fotosentez yapabilmek için
fotosentez yapabilen bakterileri yutup kloroplasta çevirmişlerdir. Peki
bakteriler fotosentez gibi karmaşık bir işlemi yapmayı nereden öğrenmişlerdir?
Hatta daha da önce neden böyle bir işlem yapmaya başlamışlardır? Senaryonun
diğer sorulara olduğu gibi bu soruya da verebileceği hiçbir bilimsel cevabı
yoktur. Evrimci yayınlardan birinde bakın bu soruya nasıl cevap verilmektedir:
Heterotrof
hipotez, ilk organizmaların ilkel okyanustaki organik moleküllerden oluşan
çorbayla beslenen heterotroflar [besinleri kompleks organik maddelerden hazır
olarak alan canlılar] olduğunu iddia eder. Bu ilk heterotroflar mevcut amino
asit, protein, yağ ve şekeri kullandıkları için besin çorbası tükenmiş ve artan
heterotrof nüfusuna artık yetmez olmuştur. Alternatif bir enerji kaynağı
kullanabilen organizmaların ise çok büyük bir avantajı vardı. Dünyanın, farklı
şekillerdeki ışınımlardan oluşan güneş enerjisi ile kaplanmış olduğunu (ve hala
da kaplı olduğunu) düşünün. Ultraviyole ışınım yıkıcıdır; görünür ışık ise
enerji açısından zengin ve zararsızdır. Dolayısıyla, organik bileşikler giderek
azalırken, görünür ışığı alternatif bir enerji kaynağı olarak kullanabilme
becerisinin halihazırda mevcut olması bu organizmaların ve soylarının hayatta
kalmasını mümkün kılmış olabilir.99
Yine başka
bir evrimci kaynak olan Life on Earth adlı kitapta, fotosentez gibi bazı
noktaları günümüzde dahi çözülememiş olan bir işlemin, ilk ortaya çıkışına
şöyle açıklama getirilmeye çalışılmaktadır.
Bakteriler
önce okyanuslarda beslenirlerdi. Sayıları arttıkça besin kıtlığı çekmeye
başladılar. Farklı bir besin kaynağı bulabilenler başarılı olacak ve yaşamaya
devam edebileceklerdi. Çevrelerinde besin bulmaktansa kendi besinlerini
kendileri üreteceklerdi.100
Gerçek bir
masaldan hiç farkı olmayan bu hayali fanteziler tamamen aklın ve bilimin
sınırlarının dışına taşmaktadır. Birkaç cümlede ifade edilen bu açıklamanın,
gerçekte ne anlama geldiği birkaç saniye akıl ve bilim çerçevesinde
düşünüldüğünde ortaya çıkmaktadır.
Birincisi
besin bulamayan her canlının kaçınılmaz sonu ölümdür. Değişen tek şey her
canlının ne kadar süre açlığa dayanabileceğidir. Açlık durumunda bir süre sonra
her canlının tüm fonksiyonları, besinin yakılmasıyla elde edilen enerji temin
edilemediği için durmaya başlar. Bu gerçeği görebilmek için bilim adamı olmaya
bile gerek yoktur. Bu basit bir gözlemle dahi her insan tarafından
anlaşılabilir. Fakat evrimci bilim adamları yaşamsal tüm fonksiyonları duran
bir canlının, zamanla yeni bir beslenme metodu geliştirip, bunu uygulamaya
koymasını beklemektedirler. Üstelik böyle bir sistemi geliştirmeye "karar
verip", sonra da bunu kendi bünyesinde "üretmeye başladığına"
inanabilmektedirler. Evrimci bilim adamları bir deney yapıp bu durumun
gerçekleşmesini bekleseler karşılaşacakları manzara çok açıktır: Bakterilerin
her biri kısa bir süre içinde ölecektir.
Bakterilerin
kendi besinini oluşturmasını bekleyen evrimci bilim adamlarının bir diğer problemi
de bu işlemin güçlüğüdür. Önceki bölümlerde fotosentez işleminin
gerçekleştirilebilmesi için çok kompleks yapılara ihtiyaç olduğunu
vurgulamıştık. Gerçekten de fotosentez işlemi, yeryüzünde bilinen en karmaşık
işlem olma özelliğine sahiptir. Genel olarak işleyişi, ancak günümüzde kısmen
çözülebilmiş olan fotosentezin, pek çok aşaması insanoğlu için hala bir sırdır.
İşte
evrimci bilim adamlarının ölmek üzere olan bir bakteriden bekledikleri, henüz
en gelişmiş teknolojiye sahip reaktörlerde dahi suni olarak
gerçekleştirilemeyen bu işlemi, bakterilerin kendi kendilerine keşfetmiş
olmalarıdır.
Fotosentez
gibi son derece karmaşık bir olayın evrimle kendi kendine oluşmasının
imkansızlığı hakkındaki en çarpıcı itiraflardan bir tanesi yine Prof. Ali
Demirsoy'dan gelmiştir:
Fotosentez
oldukça karmaşık bir olaydır ve bir hücrenin içerisindeki organelde ortaya
çıkması olanaksız görülmektedir. Çünkü tüm kademelerin birden oluşması
olanaksız, tek tek ortaya çıkması da anlamsızdır.101
Bu
konudaki bir başka itirafçı evrimci de Hoimar Von Ditfurth'tur. Dinozorların
Sessiz Gecesi adlı kitabında Ditfurth, fotosentezin sonradan
öğrenilemeyecek bir işlem olduğunu şöyle kabul etmektedir:
Hiçbir
hücre, biyolojik bir işlevi sözcüğün gerçek anlamında "öğrenme"
olanağına sahip değildir. Bir hücrenin solunum ya da fotosentez yapma gibi bir
işlevi doğuşu sırasında yerine getirebilecek konumda olmayıp, daha sonraki
yaşam süreci içinde bunun üstesinden gelebilecek duruma gelmesi, bu işlevi
sağlayacak beceriyi edinmesi olanaksızdır.102
Kara
Bitkilerinin Atası Oldukları İddia Edilen Algler
Hayali
evrim senaryosuna göre alglerin yani su yosunlarının, kara bitkilerinin ataları
oldukları ve bunların ilk defa 450 milyon yıl önce Paleozoik Dönemde
evrimleştikleri öne sürülür. Ne var ki yine son yıllarda ortaya çıkan fosiller
evrimcilerin yazdıkları tüm senaryoyu, çizdikleri evrim ağaçlarını bozmuştur.
1980
yılında Avustralya'nın batısında 3.4-3.1 milyar yaşında fosilleşmiş resif
kalıntıları bulunmuştur.103 Bunlar mavi-yeşil alglerden ve bakteriyi
andıran organizmalardan oluşmuşlardı. Bu buluş, evrimcileri daha büyük kaosa
sürükledi. Çünkü hayali evrim ağaçları da yıkılmıştı. Bu ağaca göre alglerin de
410 milyon yıl önce Palezoik dönemde ortaya çıkmış olmaları gerekiyordu. Bu konuda bir diğer ilginç nokta da, bulunan
en eski alg fosillerinin tıpatıp bugünkü kompleks alg yapılarına sahip
olmalarıdır. Bu konuda çalışma yapan bilim adamları durumu şöyle ifade
etmişlerdir:
Daha da ilgi
çekici olan, pleurocapsalean alg ile modern pleurocapsalean algin hemen hemen
birbirlerine denk olduklarının ortaya çıkmasıdır.104
Bugüne kadar
bulunabilmiş en eski fosiller, çekirdeksiz algler türünden mineraller içindeki
fosilleşmiş cisimlerdir ve bunların üç milyar yıldan daha uzun bir geçmişleri
vardır. Ne kadar ilkel olurlarsa olsunlar, bunlar bile oldukça karmaşık ve
ustaca organize edilmiş yaşam biçimlerini temsil etmektedirler.105
Tabii bu
noktada akla, evrimcilere sorulacak şu soru gelmektedir:
100-150
milyon gibi bir sürede, sayısız çeşitte kara bitkisinin alglerden türediğini
iddia eden evrim teorisi, neredeyse 1 milyar yıl önceki alglerle bugünkü
alglerin tıpatıp aynı yapıda olmalarını nasıl açıklamaktadır?
Evrim
teorisi savunucuları bu ve bunun benzeri pek çok soruyu görmezden gelmekte ve
gerçeklerden kaçmaya çalışmaktadırlar.
Alglerin
veya su yosunlarının evrimi hikayesinin bir başka açmazı da, prokaryotik algin
mi ökaryotik algden evrimleştiği, yoksa ökaryotik algin mi prokaryotik algden
evrimleştiğidir. Bu konuda evrimciler kendi aralarında bir çelişki
yaşamaktadırlar. Algin cinsine karar verememektedirler. Bu noktada öncelikle
hücre türlerini genel olarak incelemekte fayda vardır.
Prokaryot
hücreler bakteri benzeri, içlerinde organel olmayan hücrelerdir. Ökaryot
hücreler ise bitki ve hayvan hücreleri olup, prokaryotlardan daha kompleks
yapılı hücrelerdir. Evrim teorisi ilk başta ökaryotik hücrenin prokaryot
hücreden evrimleştiğini iddia etmekteydi. Ancak bunun imkansız olduğunun
anlaşılması üzerine evrimciler bu sefer de ağız değiştirerek tersini savunmaya
çalıştılar. Fakat bu iddiaları da bir spekülasyondan öteye geçemedi. Bu konuda
evrimcilerin içine düştükleri çelişkiyi kendisi de bir evrimci olmasına rağmen
Robert Shapiro şöyle itiraf eder:
Prokaryotik
algden ökaryotik alge geçiş oldukça fazla sorgulandı, çünkü geçiş o kadar
karışıklık dolu ve o kadar zıtlık içeriyordu ki birçok modern biyolog bu
konuyla ilgilenmedi ve sonradan tamamen vazgeçtiler. Çelişkiler o kadar büyüktü
ki bazı araştırmacılar daha sonra ökaryotların prokaryotlardan değil de,
prokaryotların ökaryotlardan evrimleştiğini iddia ettiler. Fosil kayıtları ise
daha açık değildi. Prokaryot fosillerinin pre-kambriyen kayalarda mevcut olduğu
açıktı ama onların kökeni ile ilgili zaman ya da şartları bilmiyoruz. 106
Alglerin
Karaya Geçerek Bugünkü Kara Bitkilerine Dönüştükleri İddiası
Senaryonun
ilerleyen bölümlerine göre, su yosunları denizlerdeki gel-gitler sonucunda
deniz kıyılarına tutunurlar ve bir süre sonra kara bitkilerine dönüşerek
kıyılardan içerilere doğru ilerlerler. Acaba evrimcilerin bu hayali varsayımı
gerçeğe ne kadar yakındır? Birlikte inceleyelim.
Su
yosunlarının karaya geçmeleri durumunda yaşamalarını imkansız kılacak çok
sayıda etken vardır. Bunlardan en önemlilerine kısaca bir göz atalım
1-Kuruma
Tehlikesi: Suda yaşayan
bir bitkinin karada yaşayabilmesi için öncelikle yüzeyinin fazla su kaybından
korunması gerekmektedir. Aksi takdirde bitki kuruyacaktır. Kara bitkileri,
kurumadan korunmak için özel sistemlerle donatılmışlardır. Bu sistemlerde çok
önemli detaylar vardır. Örneğin bu koruma öyle bir yolla yapılmalıdır ki
oksijen ve karbondioksit gibi önemli gazlar hiçbir engelle karşılaşmadan
bitkinin içine girip, dışarı çıkabilmelidir, aynı zamanda buharlaşmanın
sağlanması da önlenmelidir. Böyle hassas bir sistemin tesadüfen oluşması
ihtimal dışıdır, imkansızdır. Eğer böyle bir sistem bitkide yoksa, bitkinin bu
sistemin gelişmesini bekleyecek milyonlarca yıl zamanı da yoktur. Böyle bir
durumda bitki bir süre sonra kurur ve ölür. Kaldı ki bu çok özel sistemler,
milyonlarca ve milyarlarca yıl geçse de tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks
sistemlerdir.
2-Beslenme: Su bitkileri, ihtiyaçları olan suyu
ve mineralleri direkt olarak içinde bulundukları sudan alırlar. Dolayısıyla
karaya çıkıp, yaşamaya çalışan bir su yosununun beslenme problemi ortaya
çıkacaktır. Bunu halletmeden yaşamını
sürdürmesi ise imkansızdır.
3-Üreme: Su yosununun karadaki kısa ömrü
sırasında üremek için herhangi bir ihtimali de olamaz. Çünkü su yosunları her
türlü işlerinde olduğu gibi, üreme hücrelerini dağıtma işleminde de suyu
kullanırlar. Karada üreyebilmeleri için kara bitkilerinde olduğu gibi çok
hücreli üreme organlarına sahip olmaları
gereklidir. Karadaki bitkilerin üreme hücreleri, kendilerini kurumaktan koruyucu
hücrelerle kaplanmışlardır. Kendini karada bulan bir su yosununda bu üreme
organları olmadığı için, kendi üreme hücreleri kuruma tehlikesine karşı hiçbir
şekilde korunamayacaklardır.
4-Oksijenin
yıkıcı etkisinden korunma: Karaya geçtiği iddia edilen su yosunu oksijeni o ana kadar suda çözünmüş
olarak almıştır. Evrimcilerin iddiasına
göre karaya geçtiği anda oksijeni daha önce hiç karşılaşmadığı bir biçimde,
yani havadan direkt olarak almak zorundadır.
Bilindiği gibi normal şartlar altında havadaki oksijenin organik
maddeler üzerinde yıkıcı etkisi vardır. Karada yaşayan canlılar bu etkiden
zarar görmemelerini sağlayacak sistemlere sahiptirler. Su yosunu ise, bir su
bitkisidir, dolayısıyla oksijenin olumsuz etkilerinden korunmak için gerekli
olan enzimlere sahip değildir. Bu yüzden karaya geçtiği anda oksijenin zararlı
etkisinden kurtulması mümkün değildir. Böyle bir sistemin oluşmasını beklemesi
gibi bir durum da söz konusu değildir. Karaya çıkan bir su yosunu zaman içinde
kuruyarak yok olacaktır.
Evrim
teorisinin bu iddiaları farklı açılardan da ele alındığında mantık bozuklukları
ile karşılaşılacaktır. Örneğin su yosunlarının yaşadıkları ortamları düşünelim.
Evrimciler tarafından su yosunlarının terk ettikleri iddia edilen sular,
yosunların yaşamalarını sağlamak için sınırsız imkanlar sunmaktaydı. Örneğin,
sular onları aşırı sıcaklardan koruyup izole etmekte, ihtiyaçları olan
inorganik mineralleri sağlamaktaydı. Aynı zamanda da fotosentez yoluyla güneş
ışınlarını emerek, suda çözünen karbondioksitten kendi karbonhidratlarını
(şeker ve nişasta) yapmalarına izin vermekteydi. Kısaca su, su yosunlarının hem
fiziksel özellikleri hem de fonksiyonlarını gerçekleştiren sistemleri için son
derece ideal bir ortamdı. Yani su yosunlarının yaşamlarını çok rahat bir
şekilde devam ettirdikleri sulardan çıkıp karaya geçmelerini gerektirecek
hiçbir durum yoktu. Kaldı ki yosunların genel yapıları da karada yaşamaya uygun
değildi.
Bu durumu
tıpkı bir insanın, yeryüzünde yaşayabileceği ideal bir ortam olmasına rağmen
(solunum, beslenme, üreme, yerçekimi vb. tüm koşullar) yeryüzünü terk edip
uzayda başka bir gezegende yaşamaya çalışmasına benzetebiliriz. İnsan ancak şu
anki ideal dünya koşullarında yaşayabilecek bir yapıya sahiptir. Dünyayı terk
edip başka bir gezegene gittiği andan itibaren yaşaması mümkün değildir. Bunun
gerçekleşmesi ne kadar imkansızsa aynı şekilde su yosununun da suyu terk ederek
karada yaşamaya başlaması o kadar imkansızdır.
Bu
gerçekler karşısında evrimciler klasik tezleri olan, su yosunlarının
kendilerini karada yaşamaya göre adapte ettikleri fantezisini öne
süreceklerdir. Oysa, çok açıktır ki bir yosunun, karaya geçme gibi bir eyleme
karar vermesi, bunun için gerekli fizyolojik değişiklikleri kendi
organizmasında gerçekleştirmesi, ardından da karaya geçmesi normal bir akla
sahip herkesin ne derece imkansız ve saçma olduğunu rahatlıkla görebileceği bir
fantezidir. Canlılar içinde en üstünü olan, akıl, şuur, irade sahibi insanın
bile, farklı bir ortamda yaşamasını sağlayacak herhangi bir değişikliği kendi
bedeninde gerçekleştirmesi mümkün değildir. Örneğin bir insanın havada uçmak
istediğinde, kendinde kanat oluşturması ya da suda yaşamak istediğinde
akciğerlerini solungaca dönüştürmesi mümkün değildir.
Burada söz
konusu olan ise hiçbir akla, bilince, iradeye, karar verme, yargılama, değerlendirme
yeteneğine sahip olmayan, kendi organizması üzerinde hiçbir değişiklik ya da
müdahaleye güç yetiremeyecek olan bir
"yosun"dur. Ancak ne ilginçtir ki evrimciler kendi teorilerine sadık
kalma uğruna ve küçük düşme pahasına, bir yosuna bile tüm bu özellikleri
atfedecek bir mantık bozukluğu içine düşmektedirler.
Görüldüğü
gibi bir su yosununun karaya geçme ve karada yaşama gibi bir ihtimali yoktur.
Karaya çıktığı ilk anda, karada yaşayan bir bitki gibi, rahatça yaşayabilmesi
için kusursuz işleyen pek çok mekanizmaya sahip olması gereklidir. Bu
mekanizmalara sahip olabilmesi için de bu özelliklerin kendi DNA'sında en
başından kayıtlı olması gerekmektedir. 1800'lü yılların sonuna doğru ünlü
biyolog Gregor Mendel yaptığı çalışmalarda bitkileri kullanarak canlılardaki
kalıtım kanunlarını ortaya çıkarmış, bitkilerin ve diğer canlıların
özelliklerinin kromozomlar yoluyla yeni nesillere taşındığını ortaya koymuştur.
Yani her canlı türü kendi DNA'sında kendi özelliklerini nesilden nesile
korumaktadır. Sonuçta ortaya çıkan gerçek şudur: Bir su bitkisinin ne kadar
süre geçerse geçsin, şartlar ne olursa olsun bir kara bitkisine dönüşmesi
imkansızdır.
Hayali
Evrim Ağacı
Evrim
senaryosundaki son sahneye geldiğimizde, buraya kadar saydığımız tüm
imkansızlıkların ve mantıksızlıkların göz ardı edildiği hayali bir evrim
ağacıyla karşılaşırız. Bitkiler evrimciler tarafından 29 sınıfa ayrılmış ve
sınıflar arasında da ata-torun ilişkileri kurulmuştur. Her bir sınıfın başka
bir sınıftan evrimleştiği iddia edilir ve bakteriler de tüm bu sınıfların ortak
atasıdır. Sayısız çeşit, renk ve kokudaki çiçekler, ağaçlar, meyveler ise bu
ağacın son dallarıdır. İşin çok ilginç bir yanı vardır. Neredeyse her biyoloji
kitabında karşılaşacağınız bu evrim ağacının tek bir dalını bile doğrulayan bir
bitki fosili serisi yoktur. Yeryüzündeki canlılardan birçok grup mükemmel fosil
kayıtlarına sahiptir ama hiçbiri bir türden diğerine ara geçiş formu özelliği
taşımaz. Hepsi kendi içlerinde özel ve orijinal olarak yaratılmış, apayrı
türlerdir ve birbirleri arasında herhangi bir evrimsel bağlantı yoktur. Bu
konudaki sorunlarını evrimciler şöyle dile getirirler:
Daniel
Axelrod, Evolution of the Psikophyte Paleoflora, 13 Evolution 264-274
(1959) isimli kitabında,
İlk çağlara
ait kara bitkileri için evrimsel ağaçlar geniş çapta yenilemeyi gerektirir.107
Chester A
Arnold, Michigan Üniversitesi'nde fosil bitkiler üzerine çalışmalar yapan bir
botanik profesörüdü. Paleobotaniğe Giriş kitabının 334. Sayfasında;
Sadece bitki
evrimcileri çiçeklenen bitkilerin beklenemeyen yükselişini açıklamada bir kayıp
içerisinde değiller, bu bitkilerin kökeni aynı biçimde bir gizemdir.108
Yine bir
evrimci olan Ranganathan, B.G. Origins? adlı kitabında,
Ne geçmiş
fosil kayıtlarında evrimi kanıtlayacak ara geçiş formuna ait organları yarı
oluşmuş herhangi bir hayvana veya bitkiye ne de günümüzde evrimin hala devam
ettiğini işaret eden yarı gelişmiş bir hayvana veya bitkiye rastlanmamıştır.109
Chester A.
Arnold'ın, yukarıda adı geçen kitabında şöyle bir ifadesi yer almaktadır:
Şimdiye
kadar modern hiçbir bitkinin başlangıcından bugüne kadar olan evrimsel
akrabalık tarihini izleme fırsatımız olmadı.110
The
Evolution of Flowering Plants, in The Evolution Life adlı kitabında Daniel Axelrod,
Angiospermlere,
yani çiçekli bitkilere yol açan ilkel grup, fosil kayıtlarında henüz tespit
edilmemiştir ve yaşayan hiçbir angiosperm böyle bir bağlantıya dikkatleri
çekmemektedir.111
20 Eylül
1975'te Science News dergisinde yayınlanan bir makalede (Ancient Alga
Fossil Most Complex Yet) evrimcilerin modern alg olarak nitelendirdikleri
günümüzdeki örnekleri ile milyarlarca yıl öncesinde yaşamış olan algler
arasında hemen hemen hiçbir farkın olmadığı şöyle belirtilmektedir:
3.4 milyar
yıl öncesine ait mavi-yeşil alg ve bakteri fosillerinin her ikisi de
G.Afrika'daki kayalarda bulunmuştur. Daha da ilgi çekici olan, pleurocapsalean
alg ile modern pleurocapsalean algin hemen hemen birbirlerine denk olduklarının
ortaya çıkmasıdır.112
Yukarıda,
konu ile ilgili uzmanların ağızlarından çıkan sözlerin hepsi aynı ortak mesajı
vermektedir: Yarı oluşmuş organlara, sistemlere sahip hiçbir ilkel bitki fosili
yoktur, bir bitkinin bir başka bitkinin atası olduğuna dair elde hiçbir kanıt
yoktur. Dolayısıyla çizilen evrim ağaçları tamamen hayal gücünün ürünüdür ve
hiçbir bilimsel yanı yoktur. Eğer eldeki bitki fosilleri önyargısız olarak
değerlendirilirse Yaratılış Gerçeği apaçık görülür. İşte bu durumu itiraf eden
Cambridge Üniversitesi'nden evrimci Prof. Dr. Edred Corner'ın sözleri şöyledir:
"… Hala
önyargısız olarak bitkilerin fosil kayıtları özel bir yaratışın lehinedir.
Bitkilerin fosil kayıtları özel yaratılışın lehinde görünüyor. Bir orkidenin,
bir su mercimeğinin ve bir palmiyenin
aynı atadan gelmiş olmalarını aklınız alıyor mu? Üstelik bu tahmin için herhangi
bir kanıtımız yokken. Evrimciler bir cevap vermek için hazırlanmalı, ama bence
çoğu tartışma başlamadan bitecek."113
Evrimci
olmasına rağmen Edred Corner'ın da itiraf etmekten kendini alamadığı gerçek
aslında çok açıktır. Elbette ki tek bir bitkiden sayısız çeşitlilikteki
bitkilerin ortaya çıkması imkansızdır. Bitkilerin her biri kendi türüne ait
farklı özelliklere sahiptir. Renkleri, tadları, şekilleri, üreme biçimleri
birbirinden farklıdır. Bu farklılığın yanında aynı türdeki bitkiler dünyanın neresine
giderseniz gidin aynı özelliklere sahiptirler. Karpuz her yerde karpuzdur,
rengi , lezzeti, kokusu hep aynıdır. Gül, çilek, karanfil, çınar, ıhlamur, muz,
ananas, orkide kısacası tüm bitkiler aynı türde dünyanın her yerinde aynı
özelliklere sahiptir. Yapraklar dünyanın her yerinde fotosentez yapabilecekleri
mekanizmalara sahiptirler. Benzersiz taşıma sistemleri dünyanın her yerindeki
bitkilerde vardır. Bu mekanizmaların, evrimcilerin iddia ettikleri gibi,
tesadüfen oluşması imkansızdır. Bu durum gözönüne alındığında evrimcilerin
iddia ettikleri gibi dünyanın her yerinde aynı tesadüfün etki ettiğini söylemek
hiçbir şekilde akılcı ve bilimsel değildir. Bütün bunların bize gösterdiği tek
bir sonuç vardır. Tüm canlılar gibi bitkiler de yaratılmışlardır. İlk ortaya
çıktıkları andan itibaren bütün mekanizmaları eksiksiz olarak vardır.
Evrimcilerin iddialarında kullandıkları "zamanla gelişim, tesadüflere
bağlı değişimler, ihtiyaçlar sonucunda ortaya çıkan adaptasyonlar" gibi
terimler sadece evrimcilerin yanılgılarını anlatan tanımlamalardır. Bunun
dışında bilimsel bir anlamları yoktur.
Yaratılış
Gerçeğini İspatlayan Fosiller
Devonian
Dönemi Fosilleri (408-306 Milyon Yıl)
Bu döneme
ait olan bitki fosillerine baktığımızda günümüz bitkilerinde bulunan pekçok özelliği
taşıdıklarını görürüz. Örneğin stomata, kütikül, rhizoid ve sporangialar bu
bitkilerde bulunan yapılardan birkaçıdır.114 Bir kara bitkisinin karada
yaşayabilmesi için mutlaka kuruma tehlikesinden korunması gerekir. Kütiküller
bitkileri kurumaya karşı koruyan, gövde-dal ve yaprakları kaplayan mumsu
yapılardır. Bitki eğer yapısında kurumayı önleyecek kütiküllere sahip değilse,
evrimcilerin iddia ettikleri gibi kütikül oluşmasını bekleyecek vakti yoktur.
Kütikül varsa bitki yaşar, yoksa kurur ve ölür. İşte ayrım bu kadar nettir.
Bitkilerin sahip oldukları tüm yapılar tıpkı kütikül gibi bitki için son derece
hayati öneme sahiptir. Bir bitkinin yaşayabilmesi ve çoğalabilmesi için tıpkı
bugünkü gibi kusursuz işleyen sistemlere sahip olması gerekir. Bu anlamda,
bulunmuş olan tüm bitki fosilleri de bitkilerin yeryüzünde ilk ortaya
çıktıklarından bu yana aynı kusursuz yapılara sahip olduklarını
doğrulamaktadır.
Karbonifer
Dönemi Fosilleri (360-286 Milyon Yıllık)
Karbonifer
dönemin en önemli özelliği, bu döneme ait çok fazla çeşitte bitki fosili
bulunmasıdır. Bu döneme ait bulunan fosillerin bugün yaşayan bitki türlerinden
hiçbir farkı yoktur. Fosil kayıtlarında aniden beliren bu çeşitlilik
evrimcileri tekrar çıkmaza sokmuştur. Çünkü birdenbire her biri çok mükemmel
sistemlere sahip bitki türleri oluşmuştur. Evrimciler bu çıkmazdan kurtulmanın
yolunu evrimi çağrıştıran bir isim takmakta bulmuşlar ve olayı "Evrimsel
Patlama" olarak nitelendirmişlerdir. Tabii bu durumu Evrimsel Patlama
olarak isimlendirmek, evrimciler açısından hiçbir problemi çözmemektedir. Hatta
evrim teorisinin kurucusu olan Charles Darwin'i bu problem hayretler içinde
bırakmıştı ve Darwin bunu şöyle itiraf etmişti:
Bana bitki
aleminin tarihinde yüksek seviyeli bitkilerin açıkça aniden ve birdenbire
gelişimlerinden daha olağanüstü gelen bir olay yoktur.118
Bütün bu
bitki fosillerinde de görüldüğü gibi, günümüz bitkileriyle yüzmilyonlarca yıl
önce yaşamış olan bitkiler arasında şekil ve yapı olarak hiçbir fark yoktur.
Bitkiler milyonlarca yıl önce de aynı bugünkü gibi fotosentez yapmaktaydılar.
Betonları çatlatacak kadar güçlü hidrolik sistemlere, topraktan emilen suyu
metrelerce yukarıya çıkaracak pompalara, canlıların besinini üreten kimyasal
fabrikalara sahiplerdi. Yüzmilyonlarca yıl önce bitkiler yaratılmışlardı.
Onları yaratan alemlerin Rabbi olan Allah, bugün de onları yaratmaya devam
etmektedir. Günümüz teknolojisinin sağlamış olduğu en gelişmiş imkanları
kullanarak, bitkilerdeki bu yaratılış mucizelerini anlamaya çalışan insanoğlu
için, tek bir tür bitkiyi bile yoktan meydana getirmek mümkün değildir. Allah
bu gerçeğe Neml Suresi'nde şöyle dikkat çekmektedir.
(Onlar mı)
Yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla (o
suyla) gönül alıcı bahçeler bitirdik, sizin içinse bir ağacını bitirmek (bile)
mümkün değildir. Allah ile beraber başka bir ilah mı? Hayır, onlar sapıklıkta
devam eden bir kavimdir. (Neml Suresi, 60)
Sonuç
Bitkilerdeki yaratılış mucizelerinin anlatıldığı bu kitapta çok önemli
bir sonuç delilleriyle tekrar ortaya konmuştur: Evrim teorisi bilimsel
gerçeklerle çelişen, sadece çeşitli senaryolar üreterek iddialarına destek
bulmaya çalışan bir teoridir. Bu, evrimcilerin zaman zaman kendilerinin de
itiraf ettiği bir gerçektir.
Nobel
ödüllü, ünlü bir evrimci olan Dr. Robert Milikan evrimcilerin içinde
bulundukları bu durumu şöyle itiraf etmektedir:
Şu çok
acıklı, biz bilim adamları şu ana kadar hiçbir bilim adamının kanıtlayamadığı
evrimi kanıtlamaya çalışıyoruz.131
Evrimcileri
bu itirafları yapmaya iten hiç kuşkusuz ki, gelişen bilimin de açıkça gözler
önüne serdiği gerçeklerdir. Gerek canlılar üzerinde, gerekse evrendeki dengeler
üzerinde yapılan tüm bilimsel incelemeler evrendeki düzenin özel bir yaratılış
sonucu ortaya çıktığını kanıtlamaktadır.
Bu kitabın
hazırlanış amacı, yaratılış delillerinden bir tanesini daha gözler önüne
sererek, günlük yaşamın akışı içinde her insanın sürekli karşılaştığı ama
birçok kişinin "yaratılış mucizesi" olduğunu aklına getirmediği,
görüp de üzerinden geçtiği konuları hatırlatmaktır. Tüm hayatı boyunca belli
konulara ilgi duyan, sadece kendi ihtiyaçları üzerinde düşünen, bu yüzden
Allah'ın varlığının delillerini göremeyen bazı insanlara yeni bir ufuk
açmaktır. Çünkü bu, insanın kendisini yaratan Allah'a yönelmesinde çok önemli
bir yol olacaktır.
Bu, bir
insanın hayatında karşılaşacağı en önemli konudur. Allah’ın ayetlerinde de
belirttiği gibi ancak aklını kullanabilen kişiler öğüt alıp, düşünür ve
Rabbimiz'e bir yol bulabilir:
Sizin için
gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda
otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve
meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk
için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 10-11)
Evrim Yanılgısı
Darwinizm,
yani evrim teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış,
ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir.
Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori,
evrende ve canlılarda çok açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat
edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 450 milyona
yakın fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları
yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim
teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece
bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü
altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu
propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en
büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek
sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar,
Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok
bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji,
biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı,
Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar.
Evrim
teorisinin çöküşünü ve Yaratılış'ın delillerini diğer pek çok çalışmamızda
bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu,
taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim
teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte,
kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine
sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin
Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı
türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu.
Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman
içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in
teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği
gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin,
teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni
bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in
bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez
nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim
mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu
gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin
öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana
hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni
Evrim
teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada
hayali şekilde tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia
etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü
oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun
izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı
sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk
basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl
ortaya çıkmıştır?
Evrim
teorisi, Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin,
hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü
olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler
sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel
biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan
Gelir"
Darwin,
kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki
ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını
varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı
teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık
oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından,
farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de
ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve
biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin
kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil
sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar
kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen
larvalardan çıkıyorlardı. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı
dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim
dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa
Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis
Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı
uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak
tarihe gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The
Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim
teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler.
Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça,
hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale
geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz
Çabalar
20.
yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog
Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım
tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye
çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı
yapmak zorunda kalacaktı: "Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin
tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I.
Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.
196.)
Oparin'in
yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler
yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi.
O yıllarda
evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve
deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu,
ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early
Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, c.
63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren
bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının
gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life:
Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7.)
Hayatın
kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar
hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu
gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20.
yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en
büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?
(Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40.)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin
hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni,
Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha komplekstir.
Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler
biraraya getirilerek canlı bir hücre, hatta hücreye ait tek bir protein bile
üretilememektedir.
Bir
hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla
açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek
yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü
hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin tek bir tanesinin dahi
tesadüfen meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak "0"dır.
Bunun
nedenlerinden başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin
varlığının gerekmesidir ki bu, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini
tamamen ortadan kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin
tesadüf iddiasını en baştan yok etmek için yeterlidir. Konunun önemi açısından
özetle açıklayacak olursak,
1. Enzimler
olmadan protein sentezlenemez ve enzimler de birer proteindir.
2. Tek
bir proteinin sentezlenmesi için 100'e yakın proteinin hazır bulunması
gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler gerekir.
3. Proteinleri
sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez.
Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4. Protein
sentezleme işleminde hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani
proteinlerin oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm
organelleri ile var olması gerekmektedir.
Hücrenin
çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz
bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye
kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı
hesaplanmaktadır.
Bu noktada
çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin
(enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak
DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından,
eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir.
Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San
Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific
American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece
kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA)
aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede
ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün
değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla
mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The
Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78.)
Kuşkusuz
eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız
ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel
amacı Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali
Mekanizmaları
Darwin'in
teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim
mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir
evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin,
ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon"
mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de
açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal
seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal
şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır.
Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha
hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve
güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri
evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla
doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de
bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz" demek
zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the
First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184.)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu
"faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin
ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya
çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre,
canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle
aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler
ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi,
yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları
uzamıştı.
Darwin de
benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak
için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (B.
G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.)
Ama
Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen
kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması
efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına"
ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve
Mutasyonlar
Darwinistler
ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern
Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya
attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik
sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış
etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de
hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin
savunduğu model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı
türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks
organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir
süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık
bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her
zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun
nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde
oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar
küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi
ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme
meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir
organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır
ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.
(Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard
University Press, 1964, s. 179.)
Nitekim
bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği
gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim
teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar,
gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır.
(İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip
edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise,
Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu
gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını
göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç
yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim
teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise
fosil kayıtlarıdır.
Evrim
teorisinin bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden
türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş
ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz
milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe
ilerlemiştir.
Bu
durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara
türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin
geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen
özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır.
Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri
kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde
oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler
geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş
formu" adını verirler.
Eğer
gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve
çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip
canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir.
Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim
doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species, s.
172, 280.)
Ancak bu
satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının
da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu
yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties
on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer
gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara
geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam
olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin
yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz...
Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? (Charles
Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)
Darwin'in Yıkılan
Umutları
Ancak 19.
yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil
araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan
kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin
beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz
bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü
İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın
bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz
şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle
gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager,
"The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British
Geological Association, c. 87, 1976, s. 133.)
Yani fosil
kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz
biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam
aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir
delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası
olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün
yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma
tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve
evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek
meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları
gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983.
s. 197.)
Fosiller
ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine,
evrim değil Yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim
teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni
konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım
yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu
süreçte, insan ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların
yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel
"kategori" sayılır:
1-
Australopithecus
2- Homo
habilis
3- Homo
erectus
4- Homo
sapiens
Evrimciler,
insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına
gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu
tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve
Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin
Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar,
bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve
insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Charles E. Oxnard,
"The Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for
Doubt", Nature, c. 258, s. 389. )
Evrimciler
insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara
ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema
hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki
olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından
biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte
kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current
Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler
"Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo
sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin
atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları,
Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde
aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207,
1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J. B.
Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge:
Cambridge University Press, 1971, s. 272.)
Dahası
Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar
yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile
aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise
elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini
açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay
Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği
bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri
ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş
olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30.)
Kısacası,
medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun,
yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta
tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan
bir masaldan ibarettir. Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle
Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en
ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına
rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı
sonucuna varmıştır.
Zuckerman
bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul
ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar
bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en
"bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve
fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal
bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan
kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi
algılama" kavramları ve bir de "insanın evrimi" vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif
gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara
-yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına-
girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu
görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı
yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The
Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19.)
İşte
insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların
buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye
kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin
nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği
kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim
teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl
dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi
oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve
insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan
karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir
yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir
canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve
evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri
iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler,
çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot,
karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar.
Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli
gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine,
istedikleri kadar amino asit,
istedikleri kadar da protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda
ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar.
Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu
uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta
trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler.
Bir
canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa
hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden
kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları,
kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri,
zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları,
domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası,
bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar
vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron
mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen
profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Yüce Allah'ın üstün yaratmasıyla
hayat bulur.
Bunun
aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır.
Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki
örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim
teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve
kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle
ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap
verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu
ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve
beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu
elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü
olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin
ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere
kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı,
belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri
karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu
o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü
imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba,
kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu
anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü?
Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin
ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce
mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler
kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir.
Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada
büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size
iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir
perspektifi izlemektesiniz.
Uzun
yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine
ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler
ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir
üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte
evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen
oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon
tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan
aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip
yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden
daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve
gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum
kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi
vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini
güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik
sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma
işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki
durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses
geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen
sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen
beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm
gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses
düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir
görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de
aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik
setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu
çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan
binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir
sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli
müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya
az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik
başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin
ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman
müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve
net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana
böyledir.
Şimdiye
kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar
hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme
olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve
Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin
içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların
cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden,
kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider.
Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl
oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli
gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini
görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?
Beynin
içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur
bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu
şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir.
İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden
Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu
şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi
duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne
ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve
ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük,
kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak
sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya
kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir
iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası
bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici
etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını
göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce
olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren
modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim
teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile
çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun
nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek
dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne
bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist
açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu
açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı
zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist,
sonra bilim adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim
materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru
varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye
zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan
'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren
araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru
olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard
Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9
Ocak, 1997, s. 28.)
Bu sözler,
Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma
olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını
varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır.
Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların,
kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların
maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle,
cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem
bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan
varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya
devam etmektedirler.
Canlıların
kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği
görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının
eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde
düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya
Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada
şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında
kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten
uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir
iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda
da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok
atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu
durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı
insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma
düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan da, uyarmasan
da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını
mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap onlaradır.
(Bakara Suresi, 6-7)
… Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar,
gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar
hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.
(Araf Suresi, 179)
Allah,
Hicr Suresi'nde ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar
büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların
üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar
geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden
bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine
inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim,
Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları
büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir
olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında,
Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların
toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle
karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder.
Bu olayın anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:)
"Siz atın" dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini
büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir
getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü
gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa (as)
ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak,
onların attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu
büyüsünü, ayette bildirildiği gibi
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de
Musa'ya: "Asanı fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir
de baktılar ki, o bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak
yerini buldu, onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş
oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde
de bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin
yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar
küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı
altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını
adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa
çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan,
ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın
gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim,
evrim teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih
kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum.
Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla
kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of
Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 43)
Bu gelecek,
uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar
"tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi
dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak
tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında
insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını
öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla
düşünmektedir.
Dediler ki:
"Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara
Suresi, 32)
NOTLAR
1. Milani, Bradshaw, Biological
Science, A molecular Approach, D.C.Heath and Company, Toronto, s.114
2. Solomon, Berg,
Martin,Villee, Biology, A.B.D, Salinder College Publishing, s.744-745
3. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s. 164
4. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s. 164
5. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s. 9
6. Bilim ve Teknik
Dergisi, Mayıs 1995, s. 74
7. Solomon, Berg,
Martin,Villee, Biology, A.B.D, Salinder College Publishing, s.583
8. Bilim ve Teknik
Dergisi, Mayıs 1995, s. 76
9. Bilim ve Teknik
Dergisi, Mayıs 1995, s.77
10. John King, Reaching
for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.152
11. John King, Reaching
for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.150
12. Bilim ve Teknik
Dergisi, Şubat 1988, s.22
13. John King, Reaching
for The Sun, Cambridge University Press, Cambridge, s.148-149
14. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s.128
15. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s.130
16. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s.143
17. Guinness Publishing
, The Guinness Encyclopedia of the Living World, Italya, 1992, s.42-43
18. Robert, R.Halpern, Green
Planet Rescue, A.B.D, The Zoological Society of Cincinati Inc., s.26
19. David Attenborough, Yaşadığımız
Dünya, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1985, s.58
20. Scientific American,
October 1993, s.68
21. Scientific American,
October 1993, s.69
22. Scientific American,
October 1993, s.70-71
23. Scientific American,
October 1993, s.70
24. Scientific American,
October 1993, s.71
25. Temel Britannica,
Cilt 4, s.299
26. Temel Britannica,
Cilt 4, s.299
27. David Attenborough,
The Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New
Jersey, s.15
28. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s.16
29. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s.19
30. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s. 35
31. Raven, Evert,
Curtis, Biology of Plants, World Publishers, New York, 1976, s.346
32. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s. 46-47
33. John King, Reaching
for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.117
34. Raven, Evert,
Curtis, Biology of Plants, World Publishers, New York, 1976, s.326
35. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s. 22
36. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s.24
37. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications,1988, s.9
38. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, 65-66
39. Guy Murchie, The
Seven Mysteries of Life, ABD, Houhton Mifflin Company, Boston, 1978 s.57
40. Milani, Bradshaw, Biological
Science, A molecular Approach, D.C.Heath and Company, Toronto, s.430
41. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s.119
42. William K. Purves,
Gordon H. Orions, H. Craig Heller, Life, The Science of Biology. 4th edition,
Sinauer Associates, Inc., W.H. Freeman and Company, s. 724
43.http://ag.arizona.edu/pubs/garden/mg/
botany/macronutrient.html
44. John King, Reaching
for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.18
45. Prof.Dr. İlhami
Kiziroğlu, Desen Yayınları, Genel Biyoloji, Ankara, s.73
46. John King, Reaching
for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.24
47.The appearance of
forests, http://www.auburn.edu/~gastara/coursewebinfo/firstforests.htm
48. Morphology of the
Lycophyta, http://www.ucmp.berkeley.edu/plants/lycophyte/lycomm.html
49. D.C.Heath and
Company, Biological Science, A molecular Approach, Toronto, s.161
50. Temel Britannica
Cilt 7, s. 16
51. Milani, Bradshaw, Biological
Science, A molecular Approach, D.C.Heath and Company, Toronto, s.166
52.http://uk.encarta.msn.com/encyclopedia_761572911/Photosynthesis.html
53. George Greenstein, The
Symbiotic Universe, s.96
54. George Greenstein, The
Symbiotic Universe, s. 96-7
55. Prof. Dr. Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, s.80
56. Bilim ve Teknik
Dergisi, Eylül 1991, s.38
57. John King, Reaching
for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.2
58. Bilim ve Teknik
Dergisi, Eylül 1991,s.38
59. Bilim ve Teknik
Dergisi, Mayıs 1985, s.9
60. Bilim ve Teknik
Dergisi, Eylül 1991, s.39
61. Bilim ve Teknik
Dergisi, Ağustos 1998, s.92
62. Lathiere, S.
Scienc&vie Junior, Kasım 1997
63. Lathiere, S.
Scienc&vie Junior, Kasım 1997
64. Lathiere, S.
Scienc&vie Junior, Kasım 1997
65. Lathiere, S.
Scienc&vie Junior, Kasım 1997
66. Lathiere, S.
Scienc&vie Junior, Kasım 1997
67. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s.171
68. Prof. Dr. İlhami
Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, Aralık 1990, s.75
69. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s.106
70. Prof. Dr. İlhami Kiziroğlu,
Genel Biyoloji, Desen Yayınları, Aralık 1990, s.78
71. Temel Britannica,
Cilt 8, S.221
72. Prof. Dr. İlhami
Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, Aralık 1990, s.78
73. Milani, Bradshaw, Biological
Science, A molecular Approach, D.C.Heath and Company, Toronto, s. 431
74.www.sprl.umich.edu/GCL/paper_to_htm/teeri2.html
75. John King, Reaching
for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.97
76. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications,1988, s. 160
77. Science et vie,
Eylül 1998
78. Bilim ve Teknik
Dergisi, Mart 1993, s.226
79. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s.66
80. David Attenborough, The
Private Life of Plants, Princeton University Press, Princeton, New Jersey,
s.
81. Dr. Herbert Reisigh,
The World of Flowers, The Viking Press, New York, 1965, s.94
82. Michael Scott, The
Young Oxford Book of Ecology, Oxford University Press, Spain, 1995, s.46
83. Michael Scott, The
Young Oxford Book of Ecology, Oxford University Press, Spain, 1995, s.95
84. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s. 141-142
85. W.R. Bird, The
Origin of Species, Revisited, Nashville:Thomas Nelson Co. 1991, s.298-299
86. Alexander I. Oparin,
Origin Of Life, (1936) New York, Dover Publications, 1953, s.196
87. Mahlon B. Hoagland, Hayatın
Kökleri, Tübitak yayınları, 8.Basım, s.25
88. Prof. Dr. Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, s.79
89. Prof.Dr. İlhami
Kiziroğlu, Genel Biyoloji, Desen Yayınları, s.22
90. Biology-The
Science of Life, s.283
91. Darnell, Implications
of RNA-RNA Splicing in Evolution of Eukaryotic Cells, 202 Science 1257
(1978)
92. Prof. Dr. Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Meteksan Yayınları, Ankara, s.79
93. Book Review of
Symbiosis in Cell Evolution, 18 Biological J.Linnean Soc. 77,78,79 (1982)
94. D.Loyd, The
Mitochondria of Microorganisms, s.476 (1974)
95. Gray &
Doolittle, Has the Endosymbiant Hypothesis Been Proven? s.46,
Microbilological Rev.1,30(1982) "Alıntı
96. Biology-The
Science of Life, s.94, Wallace-Sanders-Ferl, 4th Edition, Harper Collins
College Publishers / Invitation to Biology, s.253, Curtis-Barnes, Worth
Publishers Inc.
97. Mahlon B. Hoagland, Hayatın
Kökleri, TÜBİTAK 12.Basım, Mayıs 1998, s. 153
98. Whitfield, Book
Review of Symbiosis in Cell Evolution, 18 Biological J.Linnean Soc. 77-79
(1982)
99. Milani, Bradshaw, Biological
Science, A molecular Approach, D.C.Heath and Company, Toronto, s.158
100. David Attenborough,
Life on Earth, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1981,
s.20
101. Prof. Dr. Ali
Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara, Meteksan Yayınları, 1984, s.8
102. Hoimar Von
Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 2, Alan Yayıncılık, Kasım 1996,
İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.60-61
103.
www.faithmc.org.sg/html/creation/htm
104. "Ancient Alga
Fossil Most Complex Yet", Science News, vol. 108 (20 Eylül 1975),
s. 181
105. Hoimar Von
Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 1, Alan Yayıncılık, Kasım 1996,
İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.199
106. R.Shapiro, Origins:
A Skeptic’s Guide to the Creation of Life on Earth, s.90-91 (1986)
107. Daniel Axelrod, Evolution
of the Psikophyte Paleoflora, 13 Evolution 264-274 (1959)
108. Chester A Arnold, Paleobotaniğe
Giriş (New York) Mc Graw-Hill, 1947, S.334
109. Ranganathan, B.G.
Origins?, Carlisle, PA: The Banner of Truth Trust, 1988. s.20
110. Chester A. Arnold, Paleobotaniğe
Giriş, New York: Mc Grow-Hill,1947, s.7
111. Daniel Axelrod, The
Evolution of Flowering Plants, in The Evolution Life, s.264-274 (1959)
112. "Ancient Alga
Fossil Most Complex Yet" / Çok Eski Alg Fosili Hala En Kompleksi,
Science News, vol. 108 (20 Eylül 1975), s. 181
113. E. J. H Corner,
Evrim, Çağdaş Botanik Düşünce, Macleod ve L S Copley (Chicago, Quadrangle
Kitaplar, 1961)
114. Malcolm Wilkins, Plantwatching,
New York, Facts on File Publications, 1988, s. 25-26
115. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.3
116. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.6 ve
Malcolm Wilkins, Plantwatching, New York, Facts on File Publications,
s.26
117. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.11
118. Francis Darwin, The
Life and Letters of Charles Darwin, 1887, s. 248
119. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.12
120. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.14
121. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.10
122. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.4
123. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.15
124. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.9
125. Ardvini, Teruzzi,
Simon&Schuster’s, Guide to Fossils, New York, 1986, pic.no.16
126. Dr. Paul D. Taylor,
Eyewitness Guides, Fossil, London, A Dorling Kindersley Book, 1994, s.36
127. Dr. Paul D. Taylor,
Eyewitness Guides, Fossil, London, A Dorling Kindersley Book, 1994, s.38
128. Dr. Paul D. Taylor,
Eyewitness Guides, Fossil, London, A Dorling Kindersley Book, 1994, s.39
129. Dr. Paul D. Taylor,
Eyewitness Guides, Fossil, London, A Dorling Kindersley Book, 1994, s.39
130. Dr. Paul D. Taylor,
Eyewitness Guides, Fossil, London, A Dorling Kindersley Book, 1994, s.39
131. SBS Vital topics,
David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland,
URL:http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html
RESİM ALTI YAZILARI
s.12
Bitki Hücresi
HÜCRE DUVARI
PLAZMA ZARI
DÜZ ENDOPLAZMİK RETİKULUM
Çekirdek
ÇEKİRDEK
Çekirdek zarfı
Çekirdek gözenekleri
Kromatin
Koful zarı
KOFUL
Kristal
DÜZ ENDOPLAZMİK RETİKULUM
Ribozomlar
GOLGİ KOMPLEKSİ
Ana doku
KLOROPLAST
MİTOKONDRİ
Mitokondrinin üst kısmı
Grana
Thylakoid
Bitki hücresinin içinde çok farklı
bölümler vardır. Her bölüm farklı kimyasal maddelerden oluşmuştur ve her biri
farklı bir görevi yerine getirmek için özel olarak yaratılmıştır. Yukarıda
şematik resmi görülen bitki hücresinin en önemli özelliği kuşkusuz ki diğer
bütün canlı hücrelerinden farklı olarak kendi besinini kendisinin
üretebilmesidir.
s.14
Güneş ışığı
Klorofil
6CO2
Karbondioksit
C6 H12 O6
Glikoz
6O2
Oksijen
6H2O
Su
Karbondioksit
+
Su
Işık
Klorofil
Glikoz
+
Oksijen
Yaprakta bulunan klorofilin içinde
yakalanan güneş enerjisi, havadaki karbondioksiti ve bitkideki suyu çeşitli
işlemlerden geçirerek glikoza (besin) ve oksijene dönüştürmekte kullanılır. Bu
karmaşık işlemlerin gerçekleştirildiği yer büyük bir fabrika değil, yanda resmi
görülen yaprakta bulunan ve boyutu milimetrenin binde biri gibi ölçülerle ifade
edilen özel yapılardır.
s.18
YENİ ÇİLEK BİTKİSİ
KÖKLER
KÖK FİLİZ
KÖK SAP
YUMRU
KÖKLER
Çilekler ve patatesler diğer bitkilerde olduğu gibi tohum ya da
polen kullanarak üremezler. Bu bitkiler ya toprağın üstünde ya da altında kök
filizleri oluşturarak, eşeysiz ürerler.
s.19
Steptocarpus bitkisi
Eşeysiz üreyen bitkilerin hücrelerinin her
birinde, bitkinin tamamına ait genetik bilgi bulunur. Bu sayede bitkiden düşen parçalar ana
bitkinin tıpatıp benzeri yeni bir bitkiyi oluşturabilirler.
Begonya bitkisi
Parça atarak üreyen Bryophyllum
daigremontianum bitkisi
s.20
Ölü toprak kendileri için bir ayettir; Biz
onu dirilttik, ondan taneler çıkarttık, böylelikle ondan yemektedirler. Biz,
orada hurmalıklardan ve üzüm-bağlarından bahçeler kıldık ve içlerinde pınarlar
fışkırttık: Onun ürünlerinden ve kendi ellerinin yaptıklarından yemeleri
için. Yine de şükretmiyorlar mı? Yerin
bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün
çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir. (Yasin Suresi, 33-36)
s.21
Havada çok fazla polen dolaşmasına rağmen
bitkiler, sadece kendi türlerinden olan polenler kendilerine ulaştığında
döllenme işlemini başlatırlar. Yandaki resimde polenlerini yayan bir bitki
görülmektedir.
s.22
Dış görünüş olarak hepsi birbirinden
farklı olan polenler, içlerinde bitkilerin değerli üreme hücrelerinin
saklandığı, son derece sağlam, milimetrenin binde biri büyüklüğündeki
kutulardır.
s.24
Bitkiler her üreme dönemlerinde havaya
milyonlarca polen bırakırlar. Polenlerin sayıca bu kadar çok olmasının nedeni,
herhangi bir etki ile oluşacak tehlikelere karşı bitkinin üremesinin garanti
altına alınmasıdır.
s.25
İhtişamlı bir görüntüye sahip olan palmiye
ağaçları da rüzgarları kullanarak döllenen bitkilerdendir.
s.26
Kozalaklı ağaçlar diğer bitki türleri
arasında en ilginç üreme sistemine sahip olanlardan bir tanesidir.
Yan sayfadaki resimde bir kozalağın
döllenme aşamaları görülmektedir.
s.27
Kozalaklı Bir Bitkinin Üreme Şeması
Erkek kozalaklar
Dişi kozalaklar
Mayoz
Erkek üreme hücreleri
Erkek kozalağın kesiti
Erkek kozalaklar
Mayoz bölünme için hazır olan erkek üreme
hücreleri
Polen taneleri (Erkek üreme hücrelerini
taşıyan taneler)
Dişi üreme hücresi
Dişi kozalakta üreme hücrelerinin
bulunduğu bölüm
Mayoz bölünme için hazır olan dişi üreme
hücreleri
Genç dişi kozalak
Dişi kozalağın kesiti
Döllenme
Erkek polen taneleri rüzgarla dişi
kozalağa taşınır.
Döllenme
Polen tüpü
Tohumun filizlenmesi
Olgun dişi kozalak
Zigot
Embriyo
Embriyo
Kozalaklı yeni bitkinin gelişimi
Dişi gametofit (besleyici doku)
Tohumun kesiti
s.28
rüzgar
ovül
mikrofil
pul
Dişi çam kozalağının etrafında yaratılan
hava akımı tozlaşmada çok önemli rol oynar. Önce rüzgar kozalağın merkezine
saptırılır. a)Merkezde eksen etrafında döndükten sonra pulların yüzeyini
fırçalar b)Her pulun üzerinde hava, yumurta açıklığına yakın yerden aniden
düzensiz bir şekilde dolanmaya başlar ve polenler bu bölgede birikir. (c)
Rüzgar yönüne paralel olarak kozalaklarda hava aşağıya ve pullara doğru
gönderilir.
Alttaki resimde ise dişi kozalağın
etrafındaki iğne yapraklar görülmektedir.
s.30
Kozalaklar kendi türlerine göre çeşitli
yoğunluklara ve biçimlere sahip olurlar.
s.31
Yandaki resimde görülen Amerikan melez
çamının kozalaklarında da döllenmenin daha kolay gerçekleşmesi için yapraklar,
polenlerin uçmasını engellemeyecek şekilde yerleştirilmiştir.
s.35
Resimlerde görülen değişik türlere ait
böcekler bitkiler için birer polen taşıyıcısı gibi görev yaparlar. Allah
böceklerle çiçekleri birbirleriyle tam bir uyum içinde yaratmıştır. Örneğin
soldaki resimde görülen arının bacağında polen taşıması için yaratılmış olan,
özel tüylerden oluşan bir sepet görülmektedir.
s.37
Lantana çiçeği gibi bazı çiçekler,
renklerini değiştirerek, böceklere nektar durumları hakkında bilgi
verebilirler.
s.38
Nilüferler suyun üstünde açan çiçeklerinde
bulunan polenlerini taşıtmak için beyaz renge duyarlı olan kınkanatlıları
kullanırlar. Nilüferlerin döllenmesinde ilginç olan yön bu beyaz rengin
döllendikten hemen sonra pembeye dönüşmesidir. Çiçeğin renginin değişmesi
kınkanatlılar için, çiçeğin başka bir böcek tarafından döllendiği ve poleninin
bittiği anlamına gelmektedir.
s.39
Yukarıdaki resimlerde solda Kıbrıs Arı
Orkidesi, sağda ise bu orkideyi dişi arı zannettiği için döllemeye çalışan
erkek arı görülmektedir. Erkek arı, orkideyi döllemek için bir süre uğraşır. Bu
sırada arının başına, orkidenin üreme organındaki polenler yapışır. Arı daha
sonra gideceği aynı şekle sahip orkidelere bu polenleri bulaştırır. Orkidelerle
arılar arasında evrimle hiçbir şekilde açıklanamayacak, her detayı çok
ayrıntılı bir şekilde planlanmış bir uyum vardır. Bu uyum bize yeryüzündeki tüm
varlıklar gibi orkideleri ve arıları da Allah'ın yarattığını gösterir.
s.40
Resimlerde sadece birkaç tane örneği
görülen arı taklidi yapan orkideler, gerçekte sayı olarak çok fazladırlar.
İlginç olan bu çiçeklerin her birinin kendisini başka bir cins arıya
benzetmesidir. Böyle kusursuz bir benzerliğin tesadüfen gerçekleştiğini iddia
etmek elbette ki son derece gülünç olacaktır. Orkideler bu özelliklere sahip
olarak Allah tarafından yaratılmışlardır.
s.42
Üstteki resimlerde dişi yaban arısı
zannettiği için bir çiçekle çiftleşmeye çalışan erkek bir yaban arısı
görülmektedir. Yanda görülen Çekiç Orkideleri ise dişi arıların sadece rengini,
şeklini ve tüylerle kaplı alt kısımlarını taklit etmekle kalmazlar, dişi
arıların salgıladıkları kokunun da aynısını taklit edebilirler.
s.44
Bazı çiçekler gece açarlar bu yüzden de
gece yaşayan canlılar tarafından döllenirler. Gece çiçeklerini dölleyen
hayvanlardan bir tanesi de çiçeklerdeki nektar ile beslenen yarasalardır.
Yarasalar tarafından döllenen ve beyaz, yeşilimsi ve mor renklere sahip olan bu
gece çiçekleri öyle güçlü bir kokuya sahiptirler ki, karanlıkta uçan kör
yarasalar bu sayede onları kolaylıkla bulabilirler. Bu çiçekler ayrıca çok bol
miktarda nektar da üretirler. Görüldüğü gibi her iki canlı da kusursuz bir uyum
içindedir. Bu uyumu yaratan, hiç kuşkusuz ki Rahman ve Rahim olan Allah'tır.18
Avize ağacı bitkisinin üzerinde büyük
yapraklardan oluşan bir rozet şekli, bunun da merkezinde krem renkli çiçekleri
taşıyan bir sap bulunur. Avize ağacının özelliği polenlerinin eğimli bir
bölgede bulunmasıdır. Bu yüzden bitkinin erkek üreme organlarında bulunan çiçek
tozunu ancak eğimli bir ağız yapısına sahip olan bu güve toplayabilir. Güve
çiçek tozlarını birbirine bastırıp top şekline sokar ve bunu başka bir avize ağacı
çiçeğine götürür. Önce çiçeğin dibine iner ve kendi yumurtalarını bırakır.
Sonra tepeciğe çıkar ve çiçek tozu topunu buraya vurarak polenlerin dökülmesini
sağlar. Bir süre sonra yumurtalardan güve tırtılları çıkar ve bu polenlerle
beslenirler. Eğer güveler olmasa avize ağaçları kendi kendilerini
dölleyemezler.19
s.45
Bazı çiçeklerde nektar çiçeğin
derinliklerinde bulunur. Bu da böceklerin ve kuşların nektar toplamalarını,
yani çiçeğin döllenmesini zorlaştıracak bir dezavantaj gibi görünür. Oysa
çiçeler için böyle bir şey söz konusu bile değildir. Çünkü Allah, nektarı
derinlerde bulunan çiçeklerin özelliklerine tıpatıp uygun yapılara sahip canlılar yaratarak bu bitkilerin de
döllenmesini sağlamıştır.
s.48
Erkek organ
Çiçek
Erkek bitki
Dişi bitki
Vallisneria bitkisi polenlerini taşıtmak
için suyu kullanır. Bitkinin çiçeklerinin, açacakları zamanı ve yeri bilmeleri
ve polenlerinin suya dayanıklı özel
yapıları gibi detaylar bitkinin bu işlemler için özel olarak yaratıldığını bize
gösterir.
s.50
Stigma
Polen
Erkek Organ Başı
Erkek Bitki
Dişi Bitki
Halodule gel-git dalgalarını kullanarak,
uzun ve yapışkan yüzücü iplikleri sayesinde polenlerini dişi bitkilere
göndermede hep başarılı olur.
s.51
Erkek Bitki
Dişi Bitki
Polenler
Thalassia bitkisi diğer su bitkilerinden
farklı olarak tüm yaşamını suyun altında geçirir. Buna rağmen o da polenlerini
su yoluyla dişi bitkiye ulaştırır. Thalassia'nın da yukarıdaki şekilde de
görüldüğü gibi yapışkanlı iplikçikleri vardır. Thalassia'nın özel yapısını
Allah su altında yaşaması için özel olarak yaratmıştır.
s.54
Çiçek Açan Bir Bitkinin Gelişim Şeması
Mayoz
Bölünme
Dişi üreme
hücresi
Dişi çiçek
bölümü
Mayoz
bölünme geçirmek için hazır olan dişi üreme hücrelerini gösteren bölüm
Erkek
üreme hücresi
Polen tanesi
(erkek gametofit )
Erkek
çiçek bölümü
Çeşitli
şekillerde gerçekleşen polenleşme
Bitkinin
üremesi için gerekli olan erkek üreme hücrelerinin üretildiği başçık
Çifte
döllenme
Embriyo
kesesi
Polen
borusu
İki
çekirdek kutbu
Yumurtanın
çekirdeği
Üçlü
endosperm
İkili
zigot
Sperm
çekirdeği
Yeni
bitkiyi oluşturacak olan embriyo
Tohumun
gelişmesi için gerekli olan besin deposu
Meyve
Tohum
Çiçek açan
bitkinin gelişimi
Üstteki
resimde çiçek açan bir bitkinin genelleştirilmiş gelişim şeması görülmektedir.
Çifte döllenme özelliğine sahip olan bu bitki şematik anlatımda da görüldüğü
gibi son derece detaylı işlemlerle ürer. Tohum haline gelene kadar birçok
aşamadan geçer.
Yandaki
resimlerde ise bir çiçeğin kendisi ve enine alınmış kesitinde üreme organları
görülmektedir.
s.55
Tohumluk
duvarı
Çekirdek
tohumlar
Meyve suyu
keseleri
Carpel
duvarı
Meyvelerin
içerdikleri vitamin, protein ve karbonhidrat gibi besin maddeleri hem tohumu
besler ve korur, hem de diğer canlılar için en önemli besin kaynaklarındandır.
Aynı kuru topraktan çıkan, aynı su ile sulanan
meyveler ve sebzeler inanılmaz bir çeşitliliğe sahiptirler. Ayrıca
görünümleri, tatları ve kokuları ile de birer yaratılış harikasıdırlar.
s.57
Endosperm
gövdeyi
koruyan tabaka
Tohum
kılıfı
Kök
Bir bilgi
bankasına benzetilebilecek tohumların içinde, ait oldukları bitkiye dair her
türlü bilgi bulunur. Tohumun yapısında çok detaylı bir yapı vardır.
Örneğin
sol üstteki resimde yer alan tohum kesitinde de görüldüğü gibi tohumların içinde toprağın
üstüne çıkıp, fotosentez yapana kadar, bitkiye yetecek miktarda besin bulunur.
Sağ
üstteki resimde ise tohum atan bir bitkinin havaya saçılmak üzere açılmış
tohumu görülmektedir.
Diğer
resimlerde ise rüzgarla taşınarak üreyen bitkilerin tohum şekillerinden çeşitli
örnekler verilmektedir. Bu tohumların hepsinin ortak özelliği havada kolay
süzülmelerini sağlayan yapılara sahip olmalarıdır.
Tohumları
rüzgarla taşınan bitkilere çeşitli örnekler
s.59
Sol üstteki resimde kavak ağacının
keselerinden fırlayan tohumlar görülmektedir.
Diğer resimlerdeki bitkilerin ise
meyveleri olgunlaştığında açılarak patlar ve bu sayede ipeğimsi tüyleri olan
tohumları açığa çıkar. İpeğimsi bu tüyler tohumların havada kolay hareket
etmeleri için özel olarak yaratılmışlardır.
s.62
Lupin
bitkisinin tohumları sıcaklığın yeterli olmadığını gördüklerinde, çatlamadan
toprağın altında yıllarca bekleyebilirler.
s.64
Hindistan
cevizi palmiyesinin tohumları suda yaptıkları uzun yolculuktan sonra karaya
ulaştıklarını anladıkları anda çimlenmeye başlarlar. Bu tohumlar suya karşı çok
dayanıklı olacak şekilde yaratılmışlardır.
s.65
Deniz
fasulyeleri de, palmiyeler gibi tohumlarını suyla taşıtan bitkilerdendir.
s.66
Resimde
görülen tohumun üremesi için bu karıncalara ihtiyaç vardır. Karıncaların görevi
önce tohumu toprağın altına taşımak, sonra da üremeyi gerçekleştirecek olan
bölümün açığa çıkmasını sağlamaktır. Görüldüğü gibi Allah karıncaların beslenme
şekli ile tohumun üreme şeklini birbirine uyumlu yaratmıştır.
s.67
Kuşlar da
tohumların etli kısımlarını yiyerek bitkinin üremesini sağlayacak olan
bölümlerin toprağa ulaşmasına yardımcı olurlar.
s.68
Tohumlar
zamanı geldiğinde uykularından uyanırlar ve hiçbir engel tanımadan toprağın
üstüne çıkarlar.
s.70
Tohumlar
filizlenmeye başladıklarında üzerlerindeki toprağın ağırlığı ya da önlerine
çıkan başka bir engel onları toprağın üstüne, güneş ışığına ulaşmaktan
alıkoyamaz. Filizlenmeye başlayan tohum, bir süre sonra fotosentez yaparak
kendi besinini üretmeye başlar. Tohumun büyüme süreci içinde yavaş yavaş ana
bitkinin küçük bir kopyası ortaya çıkar. Filizler toprağın üstüne doğru
büyürken, kökler de fotosentez işlemi için hammadde toplamak üzere toprağın derinliklerine yayılırlar.
1- Asıl
kök
2- İkincil
kök
3- Gövde
4- Çenek
5- Tohum zarı
6- İlk iki
yaprak
7- Son
tomurcuk dalın uzamasını sağlar.
s.73
Biz gökten belli bir miktarda su indirdik
ve onu yeryüzünde yerleştirdik; şüphesiz Biz onu (kurutup) giderme gücüne de
sahibiz. Böylelikle, bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler-bağlar
geliştirdik, içlerinde çok sayıda yemişler vardır; sizler onlardan
yemektesiniz. Ve (daha çok) Tur-i Sina'da çıkan bir ağaç (türü de yarattık); o
yağlı ve yiyenlere bir katık olarak bitmekte (ürün vermekte)dir. (Mü'minun
Suresi, 18-20)
s.74
Bitkiler
çok çeşitli tohum kılıflarına sahiptirler. Resimde görülen fındık bitkisinin
tohumunun kılıfı oldukça sert, zor kırılan kabuksu bir maddeden oluşur. Bu
kabuğun içinde iken zamanı geldiğinde filizlenmeye başlayan tohum engel
tanımadan, bu sert maddeyi kırarak dışarı çıkar.
s.78
Genel Hatlarıyla Bitkilerdeki Taşıma
Sistemleri
Taşıma
boruları
Yaprak
Su
Su
Yaprak
kesiti
Gövde
Su
Su
kök
tüyleri
Su
Bitki
kökünün iç kısmı
Kök
s.79
Kök Ucunun Genel Yapısı
Öz su
phloemi
Su xylemi
Sol
sayfadaki resimde bir bitkideki taşıma sisteminin bütün elemanlarının detaylı
şematik anlatımları görülmektedir. Kökler topraktan emdikleri suyu gövdedeki
borulara aktarırlar. Bu taşıma boruları suyu ve besinleri metrelerce
uzunluktaki gövdede hiç zorlanmadan dolaştırarak, en uçtaki yapraklara kadar
ulaştırırlar. Kökten başlayarak yapraklara kadar giden bu sistem tartışmasız
çok üstün bir yaratılışın ürünüdür. Yandaki iki resimde ise kök ucunun genel yapısının detayları ve kök
ucunun büyümesi görülüyor.
Katman
Kök
tüyleri
Kök
başlığı
s.81
Resimdeki
minerallerin önümüze konulduğunu ve bunların içinden vücudumuz için gerekli
olanlarını seçmemizin istendiğini düşünelim. Bu konuda eğitim almamış bir
kişinin böyle bir işlemi yapabilmesi mümkün değildir. Oysa bitkiler milyonlarca
yıldır, toprakta bulunan çeşitli elementlerin içinden sadece kendilerine
gerekli olanlarını seçer ve kullanırlar. Bir insan için imkansız olan bu işlemi
bitkilere yaptıran akıl elbette ki onları yaratan Allah'a aittir.
s.82
Bitkilerin Kullandığı Elementler
ELEMENT
|
KAYNAK
|
ELEMENTLERİN BAŞLICA FONKSİYONLARI
|
Mineralsiz
Elementler
|
||
Karbon
(C)
|
Atmosfer
|
Bütün
organik moleküllerin içinde
|
Oksijen
(O)
|
Atmosfer
|
Birçok
organik molekülün içinde
|
Hidrojen
(H)
|
Toprak
|
Birçok
organik molekülün içinde
|
Nitrojen
(N)
|
Toprak
|
Proteinler,
nükleik asitler ve benzerlerinin içinde
|
Mineral
Besinler
|
|
|
Makro
Besinler
|
|
|
Fosfor
(P)
|
Toprak
|
Nükleik
asitlerin, ATP, fosfolipidlerin içinde
|
Potasyum
(K)
|
Toprak
|
Enzim
aktivasyonu, su dengesi, demir dengesi
|
Sülfür
(S)
|
Toprak
|
Proteinlerin
ve koenzimlerin içinde
|
Kalsiyum
(Ca)
|
Toprak
|
Cytoskeletonu,
zarları ve birçok enzimi etkiler; ikinci mesajcı
|
Magnezyum
(Mg)
|
Toprak
|
Klorofilin içinde; birçok enzim
için gereklidir; ribozomları dengeler.
|
Mikro
Besinler
|
|
|
Demir
(Fe)
|
Toprak
|
Birçok redox enzimi ve elektron
taşıyıcılarının aktif bölümünün içinde; klorofil sentezi için kullanılır.
|
Klorine
(Cl)
|
Toprak
|
Fotosentez;
demir dengesinin sağlanmasında kullanılır.
|
Mangan
(Mn)
|
Toprak
|
Birçok
enzimi harekete geçirir
|
Boron
(B)
|
Toprak
|
Karbonhidrat
iletimi için gerekli olabilir.
|
Çinko
(Zn)
|
Toprak
|
Enzim
aktivasyonu, auxin hormonu sentezi için gerekir.
|
Bakır
(Cu)
|
Toprak
|
Birçok redox enzimi ve elektron
taşıyıcılarının aktif bölümünün içinde kullanılır.
|
Molibden
(Mo)
|
Toprak
|
Nitrojen
sabitleştirme; nitrat azaltma için gereklidir.
|
Bu tabloda
bitkilerin ihtiyaçları olan elementler ve bu elementlerin bitki tarafından
nerelerden alındığı ve nasıl kullanıldığı gösterilmektedir. Bitkiler toprakta
bulunan pek çok element içinden sadece kendilerine gerekli olan elementleri
alırlar ve kullanırlar. İnsanların okuduklarında dahi anlamakta zorlandıkları
bu işlemlerin tümünü bitkiler Allah'ın ilhamı sayesinde
gerçekleştirmektedirler.
s.84
Karbon ve Azot Çevrimi
Karbondioksit
Karbondioksit
Solunum -
karbondioksit
Ölü
organik maddeler
Organik
azot
Fotosentez
Azot
Fosil
yakıtlarının kullanımı
Organik
karbon
Nitrat
gübreleri
Azot
bağlayıcı bakteriler
Hayvan
artıkları
Karbon
devri
Nitratı
çözen bakteriler
Azot devri
Amonyak
Amonyak
Nitratlar
Nitratlar
Ölü
organik maddeler
Toprak
yıkanması
Fosil
yakıtları (kömür, gaz, petrol)
Yukarıdaki
tabloda detayları görülen yeryüzündeki karbon ve azot çevriminin en önemli
elemanı kuşkusuz ki bitkilerdir. Havadaki azot, insanlar ve hayvanlar
tarafından direkt olarak alınamaz. Bazı bitkilerde yaşayan çeşitli bakteriler
havadaki azotu amonyağa ve amonyağı da nitrata dönüştürürler. Bu maddeler daha
sonra bitkiler tarafından topraktan emilir. İnsanlar ve hayvanlar da bitkileri
yiyerek azot ihtiyaçlarını karşılarlar.
s.88
Soldaki
resimde aşama aşama güneşe doğru hareketi görülen ve mini bir radar istasyonuna
benzeyen kırlangıç otu çiçeği (ranunculus ficaria), diğer bütün bitkilerde
olduğu gibi güneşin yönünü takip ederek döner. Bitki böylelikle güneş ışığından
daha fazla faydalanabilecektir. Alttaki resimde görülen ayçiçekleri de güneşin
hareketiyle kendi yönlerini değiştiren bitkilerdendir. Işığa karşı duyarlı
yaprak hücreleri hemen yön belirleyerek güneşe doğru harekete geçerler.
s.89
Güneş
ışığı
Yaprağın
Enine Kesiti
Üst
epidermis
Kloroplastlar
Xylem
(odunsu doku) boruları
Palizad
doku
Yaprak
damarı
Süngerimsi
tabaka
Alt
epidermis
Kloroplast
Stomalar (Gözenekler)
Soymuk
boruları
Karbondioksit
Oksijen
Yandaki
resimde bir yaprağın enine kesiti görülmektedir. Yaprağın yapısı incelendiğinde
her birinde çok detaylı tasarımlar olan dört tabaka ile karşılaşılacaktır.
Detaya inilerek incelendiğinde bu tabakaların su geçirmeme, ışığı daha çok
emme, solunumu kolaylaştırma gibi yaprağın ışığı daha iyi alması ve daha fazla
fotosentez yapabilmesini sağlayacak özelliklere sahip oldukları görülecektir.
s.90
Tropik
bölgelerdeki bitkilerin yapısı ile çöl ortamlarında yetişen bitkilerin genel
yapısı resimlerde de görüldüğü gibi birbirlerinden çok farklıdır.
s.92
Gözeneklerin Yapısını Anlatan Yaprak
Kesiti
Dıştan
bakıldığında kimi zaman sadece yeşil bir cisim olarak düşünülebilen
yapraklardaki mikroskobik alanlarda, kusursuz bir tasarım söz konusudur.
Bitkiler için son derece önemli yapılardan biri olan gözenekler de bu tasarımın
çok önemli bir parçasıdırlar. Görevleri ısı ve su dönüşümünü sağlamak ve CO2'i
atmosferden temin etmektir. Yandaki yaprak kesitinde de görüldüğü gibi
genellikle yaprağın alt kısımlarında yer alan gözenekler, bitkinin su
ihtiyacına göre açılıp kapanabilir olma özelliğine sahiptirler. Dış ortamdaki
değişiklikler gözeneklerin hareketlerini belirleyen etkenlerdir.
yaprak
kesiti
stoma (ağızcık)
s.93
İki
kısımlı (dicot) ve tek kısımlı (monocot) bitkilerde gözeneklerin özellikleri
değişir. Bu iki tip bitkide gözeneklerin koruyucu hücreleri farklıdır. Bir çok
monocot koruyucu hücresinin merkezi dar, ucu kalın olmasına rağmen, dicot
koruyucu hücreleri fasulye şeklindedir. Her bir monocot koruyucu hücresi
epidermis'teki özel bir hücre ile birleşmiştir. Gözeneklerin farklı koruyucu
hücrelerinin sahip oldukları özellikler sayesinde her bir bitkiye gerekli
karbondioksit sağlanır ve susuzluktan korunur.
Monoocot
bitki (çimen)
Dicot
bitki (Zebrina bitkisi)
Yardımcı
hücre
Açık
koruyucu hücreleri
Kapalı
koruyucu hücreleri
s.94
Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek
ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin
için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir.
Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi,
10-11)
s.97
Kloroplastın Genel Yapısı
Yeşil
bitkilerde fotosentez işlemini yapan, bitki hücrelerinde bulunan kloroplast adı
verilen organellerdir. Yanda büyütülmüş resmi görülen kloroplast, gerçekte
milimetrenin binde biri kadar bir büyüklüğe sahiptir. İçinde fotosentez
işlemini yürüten pek çok yardımcı organel vardır. Çok aşamalı olarak
gerçekleşen ve bazı aşamaları henüz çözülememiş olan fotosentez işlemi bu
mikroskobik fabrikalarda, büyük bir hızda gerçekleşmektedir.
Kabuk zarı
Epidermis
Fotosentez
yapan hücreleri içeren doku
Yaprağın
ince kesiti
Stoma
(ağızcık)
Kloroplast
Thylakoidler
Dış zar
Fotosentez
yapan hücre
İç zar
Stroma
(ana doku)
İnce pul
Grana
Grana
s.99
Güneş
Dalga
boyunun artması
Enerjinin
artması
gama
x-ışını
ultraviyole
kızıl
ötesi
radyo,
radar, tv
görülebilir
ışık
Güneş,
dünyanın enerji kaynağıdır ve devamlı olarak ışın yayar. Bu ışınlardan,
canlıların "görünür ışık" olarak algılayabildiği ışın aralığı
bitkiler tarafından kullanılır. Resimde görülen kısa dalga boyları (mavi ışık),
uzun dalga boylarından (kırmızı ışık) daha yüksek enerjilidir. Bitkiler de
fotosentez yaparken daha yüksek enerjiye sahip olan uzun dalga boyuna sahip
olan ışık aralığını kullanırlar.
s.100
Klorofilin Bulunduğu Yer Olan
Thylakoid'in İçi
Güneş
ışığı
H+H
Elektron
nakil sistemi
Elektron
taşıyıcı
2 H+
Thylakoid
zarı
Reaksiyon
merkezi
Reaksiyon
merkezi
H2O
H+
H+
H+, O2
Yapraklardaki
klorofil maddesi, kloroplastlardaki thylakoid adı verilen yapının içinde
bulunur. Yukarıda şematik anlatımı görülen thylakoidler incelenirken, bu
yapının milimetrenin binde biri büyüklüğünde bir organel olan kloroplastın çok
küçük bir parçası olduğu unutulmamalıdır. Thylakoidlerdeki bu detaylı tasarımın
tesadüfen oluşması elbette ki imkansızdır. Evrendeki her şey gibi yaprakları
da, Allah yaratmıştır.
s.102
Fotosentez İşleminin Aşamaları
Güneş
ışığı yaprağın üzerine düştüğünde yapraktaki tabakalar boyunca ilerler. Yaprak
hücrelerindeki kloroplast organellerinin içindeki klorofiller bu ışığın
enerjisini kimyasal enerjiye çevirir. Bu kimyasal enerjiyi elde eden bitki ise
bunu hemen besin elde etmekte kullanır. Bilimadamlarının birkaç cümlede
özetlenen bu bilgiyi elde etmeleri 20. yüzyılın ortalarını bulmuştur.
Fotosentez işlemini anlamak için sayfalarca reaksiyon zincirleri yazılmaktadır.
Fakat hala bu zincirlerde bilinmeyen halkalar mevcuttur. Oysa bitkiler yüz
milyonlarca yıldır bu işlemleri hiç şaşmadan gerçekleştirip dünyaya oksijen ve
besin sağlamaktadırlar.
Güneş
ışığı
Thylakoidler
Işığa
bağlı reaksiyonlar
Işığa
bağlı olmayan reaksiyonlar
Calvin
Çevrimi
Glikoz ve
diğer ürünler
s.105
Görmüyorlar mı; Biz, suyu çorak toprağa
sürüyoruz da onunla ekin bitiriyoruz; ondan hayvanları, kendileri yemektedir?
Yine de görmüyorlar mı? (Secde Suresi, 27)
s.109
Yeryüzündeki Ekolojik Dengeyi Sağlayanlar
Bitkilerdir
Atmosfere
yayılan enerji
Yer
altından yayılan enerji
Güneş
enerjisi
Atmosferde
karbondioksitle tutulmuş ısı
Fosil
yakıtlarının (kömür, petrol…) yanmasıyla atmosfere aşırı derecede karbondioksit
katılır
Isı
Kuvvet
merkezi: Ek karbondioksitin ana kaynağı
Karadan
yayılan ısı
Denizden
yayılan ısı
Arabaların
kullanımı atmosfere karbondioksit katar
Kesilen
ağaçlar karbondioksiti hapseder.
Bitkiler,
yeryüzünde ekolojik dengenin sağlanmasında en önemli faktörlerdendir. Bunu bir
karşılaştırma yaparak rahatlıkla görebiliriz. Örneğin yeryüzündeki tüm canlılar
havadan oksijen alıp, atmosfere sadece karbondioksit, ısı ve su buharı
verirler. Bunun yanısıra fabrikalarda yapılan üretim ve araç kullanımı gibi
işlemler sonucunda da belli miktarda karbondioksit ve ısı havaya bırakılır.
Yeşil bitkilerse bütün canlıların aksine havadan karbondioksit ve ısı alırlar.
Bu iki maddeyi kullanarak fotosentez yapar ve havaya sürekli olarak oksijen
verirler. Böyle hassas bir dengenin tesadüfen oluştuğunu iddia etmek elbette ki
akla ve bilime uygun bir iddia olmayacaktır.
s.111
Meyvelerin ve sebzelerin lezzetleri, kokuları ve tadları
düşünüldüğünde akla böyle bir çeşitliliğin nasıl ortaya çıktığı sorusu
gelecektir. Aynı topraktan, aynı suyu ve mineralleri kullanarak, aynı tadı ve
kokuyu hiç şaşmadan tutturan elbette ki üzümlerin, karpuzların, kavunların,
kivilerin, ananasların kendileri değildir. Bu benzersiz lezzet, görünüş ve tad
onlara Allah tarafından verilmektedir.
s.114
Yukarıdaki
resimde Alchemilla adlı bitkinin aşırı nemli ortam nedeniyle yaptığı terleme
görülmektedir. Bu tarz ortamlarda bitkiler hem ısıyı dağıtarak serinlemek hem
de nem dengesini ayarlamak için phloem öz suyunu yapraklar yoluyla dışarı
akıtırlar. Bu işlem sonucunda bitkiler havayı nemlendirmiş olurlar.
s.119
Yapraklar
döküldüğü zaman her biri ardında iz bırakır. Hemen ardından bu iz herhangi bir
enfeksiyonun oluşmasını engelleyen su geçirmeyen, mantar gibi bir tabakayla
kaplanır.
s.120
Yaprak Dökülmesinin Mikroskobik Görünüşü
Üst
soldaki resimde yaprağın düştüğü yerden çıkan yaprak sapının tabanını gösteren
bir akçaağaç dalının boyuna kesiti görülmektedir. Mikroskop altında alınan
diğer görüntülerde ise, yaprağın düşmesi sırasında gerçekleşen olaylar
gösterilmektedir. Sol alt resimde yaprak düştükten sonra dalın mikroskop
altındaki görüntüsü, sağ alt resimde ise yaprak düşmeden önceki durum
görülmektedir. Yaprak düşmeden önce sapın taban ucunun karşısındaki ince
duvarlı hücrelerden oluşan özel bir tabaka aktif hale gelir. Daha sonra bu
hücreler kendilerini yok ederler ve yaprak düşer.
pullu
tomurcuk
yaprak
sapı
kesilme
bölgesi
ağaç
gövdesi
s.124
Odunsu
doku
Phloem
Stoma
(Ağızcık)
Su buharı
Katman
Ağaç
kabuğu
Phloem
Xylem
(Odunsu doku)
Kök tüyü
Topraktaki
su
Üstteki
resimde bir ağaçtaki su taşıma sisteminin genel olarak hangi bölümlerden
oluştuğu görülmektedir. Su, mineralleri bitki dokularına taşıma konusunda ve
fotosentez üretiminde nakilci sıvı olarak görev yapar. Bitkideki her bölümün
farklı görevleri vardır. Hepsi gerekli yerlere gönderecekleri maddeler
içermektedirler. Toprakta bulunan su kökler vasıtasıyla alınır ve Ksilem
dokuları kanalıyla kök tüylerinden yapraklara iletilir ve fotosentezde
kullanılır.
s.125
Elek
tabakası
ışın
Tracheid
hücreleri
Boru
hücreleri
Elek
borusu
Yardımcı
hücre
Bitki özü
Büyüme
katmanı
Korteks ve
ağaç kabuğu
Xylem
odunsu doku
Phloem
a) Ksilem
hücreleri
b) Phloem
hücreleri
Üstteki
resimde bir yaprak sapının enine kesiti görülmektedir. Bitkide depolama işlemi
yapmak ve taşınan maddeleri gereken yerlere iletmek için değişik hücreler
vardır. Ayrıca kambiyum katmanı da yeni Ksilem ve pholem hücreleri üretir.
Aynı
ağaçta bulunmalarına rağmen birbirinden çok farklı yapılara sahip olan taşıma
boruları.
s.127
Ağaç
gövdesinin büyüme noktası
Büyüme
için enerji sağlayan, phloem hücreleri tarafından taşınan yanmış şeker
Güneş
ışığı
Buharlaşma
sonucu kaybedilen su
Yoğun
şeker çözeltisini meydana getirmek için fotosentez yoluyla yaprak hücrelerinde
oluşan şeker
Phloem
hücreleri yoluyla yoğun çözeltinin içindeki şekerin akışı
Elek
hücresi
Elek
tabakası
Yardımcı
hücre
Gövde
Toprak
yüzeyi
Ksilem
hücreleri içinden sızan su ve mineral tuzların akışı
Yandaki
resimde bir ağaçta suyun ve besinin borular vasıtasıyla nasıl taşındığının
şematik anlatımı görülmektedir. Ağacın yüksekliği ne olursa olsun borular suyu
ve besinleri en uçtaki yapraklara kadar taşıyabilecek güce ve dayanıklılığa
sahiptirler.
Bilim
adamlarının çok yakın bir zamanda çözebildikleri bu sistem ağaçlar ilk ortaya
çıktıklarından beri işlemektedir.
Kök
hücreleri tarafından emilen (ya da absorbe edilen ) su ve mineral tuzlar
Seyreltilmiş
şeker çözeltisini ortaya çıkaran kök gelişimi için enerji sağlayan yanmış şeker
s.129
Taşıma Sistemini Gösteren Ağaç Kesiti
Ağaçlardaki
taşıma sistemlerinin en önemli özelliklerinden biri, bu zor işlemde taşınan
maddelere uygun yapıda hücrelerden oluşan taşıma kanallarının görev almasıdır.
Yandaki şematik anlatımda da görüldüğü gibi su ve besin farklı kanallar yoluyla
taşınarak yapraklara iletilir. Bitkilerdeki bu sistemin önemli bir özelliği de
hem odun borularının (ksilem sistemi) ve hem de soymuk borularının (phloem
sistemi) her sene yeni baştan oluşmasıdır. Kök-yaprak bağlantısını oluşturan
tüm elemanlar hiçbir aksama olmadan her sene yenilenmektedir.
Besisuyu
Su
Yıllık
halkalar
Damarlı
ışınlar
Katman
Dış kabuk
Phloem
Xylem
(Odunsu doku)
Kökler
s.133
O,
yarattığını bilmez mi? O, Latif'tir; Habir'dir. Sizin için, yeryüzüne boyun
eğdiren O'dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin.
Sonunda gidiş O'nadır. (Mülk Suresi, 14-15)
s.136
Bitkilerin
çiçeklenmesi kendiliğinden gerçekleşen, olağan bir olay değildir. Çünkü bitkiler
polenlerini her zaman yaymazlar. Örneğin Gelincik çiçekleri polenlerini polen
taşıyıcı böceklerin en fazla olduğu saatlerde yayarlar. Diğer bitkilerdeki
çiçeklenme de yılın belli zamanlarında gerçekleşir. Bu zaman çiçeklenme için en
uygun olandır. Bilim adamları çiçeklerdeki bu zamanlamayı biyolojik saat olarak
nitelendirmektedirler.
s.138
Resimdeki
mısır bitkisinin en büyük düşmanlarından biri tırtıllardır. Saldırıya uğrayan
mısır bitkileri kimyasal bir salgı yayarlar ve tırtılları yok edecek olan eşek
arılarını yardıma çağırırlar.
s.146
Canlı
hücreleri, içlerinde taşıma sistemlerinin, bilgi depolama merkezlerinin,
kimyasal işlemlerin yapıldığı özel bölümlerin, enerji üreten santrallerin
ve paketleme merkezlerinin bulunduğu
büyük fabrikalara benzetilebilir. Hücrenin bir fabrikadan tek farkı kuşkusuz ki
mikroskobik ölçülerdeki boyutudur.
1-
çekirdek
2-
kromozonlar
3-
mitokondri
4-
ribozomlar
5-
kloroplastlar
6-
kofullar
7-
endoplazmik retikulum
8- hücre
zarı
ÇIKIŞ
GİRİŞ
s.147
Resimde
şematik bir örneği görülen prokaryot hücreler, bakteri benzeri içlerinde çok
fazla organel olmayan hücrelerdir. Böyle basit bir hücrenin evrimleşmesiyle, evrimcilerin iddia ettikleri gibi tüm
canlıların ortaya çıkması elbette ki imkansızdır.
Plazma zarı
Plasmid
Plazma zarına bağlı kromozom
Sitoplazma
Çekirdek
Hücre duvarı
kamçı
Mezozom
s.150
Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve
büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl
bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)
s.152
Evrimcilerin
bitki hücrelerinin oluşumuna getirdikleri açıklama kısaca bu şematik anlatımla
özetlenebilir.
s.155
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri
kim yarattı, Güneş'i ve Ay'ı kim emre amade kıldı?" diye soracak olursan,
şüphesiz: "Allah" diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?
(Ankebut Suresi, 61)
s.157
Resimde
görülen yeşil algler, tek hücreli ya da çok sayıda hücreye sahip olan ve
fotosentez yapabilen organizmalardır.
s.158
Hücre duvarı
Kromozom
Plazma zarı
Kontraktil koful
Mitokondri
Ribozomlar
Sitoplazma
Kromozomlar
Lizozom
Golgi kompleksi
Çekirdek
Koful
Evrimciler
önce üstte görülen basit yapılı prokaryot hücrenin evrimleşmesiyle altta
görülen kompleks yapılı ökaryot hücrenin ortaya çıktığını ve canlıların oluştuğunu
iddia etmişlerdir. Bu iddialarının gerçekleşmesinin imkansız olduğunu
anladıklarında ise bu sefer işlemin tam tersinin gerçekleştiğini savunmaya
başlamışlardır.
s.163
Bitkilerin Hayali Soyağacı
BİTKİLER
Çiçekli Bitkiler
İğne Yapraklılar
Sikatlar
Ginkolar
Eğreltiler
Gnetofitler
Atkuyrukları
Kara yosunları
Kibritotları
İlkel Eğreltiler
Yeşil Algler
s.165
PSILOPHYTON
Günümüzden
395-360 milyon yıl önce yaşamış olan bu bitkinin yaprakları yoktur. Fosilinde
de görüldüğü gibi dalları tekrar yan dallara ayrılan çok damarlı bir bitkidir.
Psilophyton bitkisinin fosili Devonian Dönemine aittir.115
s.166
Lepidodendron
günümüzden 345-270 milyon yıl önce yaşamış bir bitkidir. Fosilin büyütülmüş
resminde de görüldüğü gibi Lepidodendron ağacının fosilleşmiş olan gövdesinin
yüzeyinde, yapraklarının bağlanmış olduğu yerlerin izleri çok belirgindir.
Hatta damarlı demetin gövdeden, yaprağın sapına geçmiş olduğu yerlerde elmas
şeklindeki yaprak izlerinin merkezleri de rahatlıkla görülmektedir.116
LEPİDODENDRON
s.167
SENFTENBERGIA
Bu
bitkinin özelliği bileşik yapraklarının tekrar tekrar bölünmesinden oluşan
yapraklara sahip olmasıdır. Yandaki resimde fosili görülen Senftenbergia
plumosa türü ise Almanya Karbonifer
Dönemi’ne (300 milyon yıl önce) ait bir bitkidir.117
s.168
SPHENOPTERIS
Sphenopterid
bitkisi kompleks yapılı bir bitkidir.
Dış görünüş olarak günümüz bitkilerinden hiçbir farkı olmayan bu bitkinin
fosilinde yaprakları çok net görülmektedir. Resimdeki S. elegans türü Almanya
Karbonifer Dönemi’ndendir. (300 milyon yıl önce)119
NEUROPTERIS
Bu fosilde
ise Neuropteris türü ağacın yaprakları görülmektedir. Neuropteris, Üst
Karbonifer Dönemi’nde ( 280 milyon yıl önce )
yaşamış olan bir bitkidir. Avrupa ve Kuzey Amerika’da çok yaygındır.
Resimdeki örnek N.gigantea türüne aittir. Illinois, Mazon Creek’teki
Pennsylvanian fosil katmanlarında bulunmuştur.120
ANNULARIA
Calamitaceae’in
yapraklarının fosil kalıntıları. Yapraklar oval ya da mızrak biçimindedir. Bu
tür Amerika, Kanada, Çin ve Avrupa’da, Carboniferous döneminde oldukça
yaygındı. Aynı zamanda Sovyetler Birliği ve Çin’de Permian Dönemi, Patagonia’da
Üst Paleozoic Dönemi’nde yaygındı. Resimdeki Italyan Karbonifer Dönemi’ne ait
bir fosildir.121
s.169
Diğer Dönemlere Ait Fosiller
BARAGWANATHIA
Baragwanathia
en eski damarlı kara bitkisidir. İletken dokuları ve sporları vardır. Bunlar
onu günümüz bitkilerinden farksız yapan özellikleridir.Yaprakları olan dallar
28 cm uzunluğundadır. Bu dalların genişliği 1-2 cm dir. Ana eksen, daha sonra
kendileri de ayrılacak olan iki yan dala ayrılır. B.Longifolia türü (resimde görülen)
Avustralya, Victoria’da bulunmuştur. 400 milyon yıllık bir bitkidir. Üst
Silurian Dönemi’ne aittir.122
ZAMITES
Bu tür,
eğrelti otlarının fosil kalıntılarını belirtmek için kullanılır. Çok farklı
görüntüsü olan bu yapraklar, sapının iki tarafında tüyler bulunan türdendir.
Günümüz eğrelti otları ile karşılaştırıldığında yapı olarak hiçbir farkı
olmadığı görülmektedir. Resimdeki örnek Lombardy, Osteno’da Alt Jurassic (190
milyon yıl önce ) Dönemi’ne aittir.123
CALAMITES
Kimi zaman
20 metreye kadar uzayabildiği tahmin edilen bu bitki Orta Karbonifer-Üst
Karbonifer dönemlerinde (300-250 milyon yıl önce) oldukça yaygın olan bir
türdür.124
s.170
Arokarya
Kozalağı
Dönem:
Kretase dönemi
Yaş: 125
milyon yıl
Bölge:
Santana oluşumu, Breazilya
Milyonlarca
yıl öncesine ait yaşayan fosiller, canlıların evrimleşmediğini, evrim
teorisinin delilsiz ve tamamen geçersiz bir teori olduğunu gözler önüne
sermektedir. Canlılar, tüm kompleks donanımları ve türlerine has özellikleri
ile milyonlarca yıl önce de, şimdi olduğu gibi Allah'ın yarattığı birer
mucizedirler.
Sumak
Yaprağı
Dönem:
Eosen dönemi
Yaş: 45
milyon yıl
Bölge:
Green River Oluşumu, ABD
s.171
Kozalaklı
Bitki
Dönem:
Kretase dönemi
Yaş: 125
milyon yıl
Bölge:
Santana oluşumu, Breazilya
Akkavak
Yaprağı
Dönem:
Eosen dönemi
Yaş: 50
milyon yıl
Bölge:
Kamloops, Kanada
Fosil kayıtlarında
yüzlerce bitki türü birdenbire, sahip oldukları tüm özelliklerle aniden ortaya
çıkmaktadır. Ve bu durum evrimcilerin asla açıklayamadıkları, onlar açısından
çok büyük bir problemdir. Hatta evrim teorisinin kurucusu olan Charles Darwin'i
bu problem hayretler içinde bırakmış ve Darwin bu düşüncesini şöyle itiraf
etmiştir:
Bitki aleminin tarihinde
yüksek seviyeli bitkilerin açıkça aniden ve birdenbire gelişimleri kadar bana
daha olağanüstü gelen bir olay yoktur. Bütün bu bitki fosillerinde de görüldüğü
gibi, günümüz bitkileriyle yüz milyonlarca yıl önce yaşamış olan bitkiler
arasında şekil ve yapı olarak hiçbir fark yoktur. (F. Darwin, The Life and
Letters of Charles Darwin, 1887, s. 248)
s.175
Charles Darwin
s.177
Louis
Pasteur, evrim teorisinin dayanağı olan "cansız madde canlılık
oluşturabilir" iddiasını yaptığı deneylerle geçersiz kıldı.
s.178
Alexander
Oparin'in hayatın kökenine evrimci bir açıklama getirmek için yürüttüğü çabalar
büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı.
s.179
En son
evrimci kaynakların da kabul ettiği gibi, hayatın kökeni, hala evrim teorisi
için büyük bir açmazdır.
s.181
Evrim
teorisini geçersiz kılan gerçeklerden bir tanesi, canlılığın inanılmaz
derecedeki kompleks yapısıdır. Canlı hücrelerinin çekirdeğinde yer alan DNA
molekülü, bunun bir örneğidir. DNA, dört ayrı molekülün farklı diziliminden
oluşan bir tür bilgi bankasıdır. Bu bilgi bankasında canlıyla ilgili bütün
fiziksel özelliklerin şifreleri yer alır. İnsan DNA'sı kağıda döküldüğünde,
ortaya yaklaşık 900 ciltlik bir ansiklopedi çıkacağı hesaplanmaktadır. Elbette
böylesine olağanüstü bir bilgi, tesadüf kavramını kesin biçimde geçersiz
kılmaktadır.
s.184
Evrimciler
yüzyılın başından beri sinekleri mutasyona uğratarak, faydalı mutasyon örneği
oluşturmaya çalıştılar. Ancak on yıllarca süren bu çabaların sonucunda elde
edilen tek sonuç, sakat, hastalıklı ve kusurlu sinekler oldu. En solda, normal
bir meyve sineğinin kafası ve sağda mutasyona uğramış diğer bir meyve sineği.
anten
bacak
gözler
ağız
s.186
Kretase
dönemine ait bu timsah fosili 65 milyon yıllıktır. Günümüzde yaşayan
timsahlardan hiçbir farkı yoktur.
İtalya'da
çıkarılmış bu mene balığı fosili 54 - 37 milyon yıllıktır.
Bu 50
milyon yıllık çınar yaprağı fosili ABD çıkarılmıştır. 50 milyon yıldır çınar
yaprakları hiç değişmemiş , evrim geçirmemiştir.
s.189
SAHTE
İnsanın
evrimi masalını destekleyen hiçbir fosil kalıntısı yoktur. Aksine, fosil
kayıtları insanlar ile maymunlar arasında aşılamaz bir sınır olduğunu
göstermektedir. Bu gerçek karşısında evrimciler, gerçek dışı birtakım çizim ve
maketlere umut bağlamışlardır. Fosil kalıntılarının üzerine diledikleri
maskeleri geçirir ve hayali yarı maymun yarı insan yüzler oluştururlar.
s.192
Evrimcilerin
istedikleri tüm şartlar sağlansa bir canlı oluşabilir mi? Elbette ki hayır.
Bunu daha iyi anlamak için şöyle bir deney yapalım. Üsttekine benzer bir varile
canlıların oluşumu için gerekli olan bütün atomları, enzimleri, hormonları,
proteinleri kısacası evrimcilerin istedikleri, gerekli gördükleri tüm
elementleri koyalım. Olabilecek her türlü kimyasal ve fiziksel yöntemi
kullanarak bu elementleri karıştıralım ve istedikleri kadar bekleyelim. Ne
yapılırsa yapılsın, ne kadar beklenirse beklensin bu varilden canlı tek bir
varlık bile çıkaramayacaklardır.
s.197
Bir
cisimden gelen uyarılar elektrik sinyaline dönüşerek beyinde bir etki
oluştururlar. Görüyorum derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerinin
etkisini seyrederiz. Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır,
ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer
kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar
karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir
dünyayı seyredersiniz.
s.199
Geçmiş
zamanlarda timsaha tapan insanların inanışları ne derece garip ve akıl almazsa
günümüzde Darwinistlerin inanışları da aynı derecede akıl almazdır.
Darwinistler tesadüfleri ve cansız şuursuz atomları cahilce adeta yaratıcı güç
olarak kabul ederler hatta bu batıl inanca bir dine bağlanır gibi bağlanırlar.
ARKA KAPAK
Bu kitabın hazırlanış amacı,
bitkilerdeki mucizevi özellikleri gözler önüne sererek, günlük yaşamın
akışı içinde insanın sürekli karşılaştığı ama
"yaratılış mucizesi" olduğunu aklına getirmediği, görüp de üzerinden geçtiği konulara olan alışkanlığı
kırmaktır. Tüm hayatı boyunca belli konulara ilgi duyan, sadece kendi
ihtiyaçları üzerinde düşünen, bu yüzden Allah'ın varlığının delillerini
göremeyen insanlara bu konuda yeni bir ufuk açmaktır. Çünkü bu, insanın
kendisini yaratan Rabbi'ne yönelmesinde çok önemli bir yol olacaktır.
Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek
ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin
için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz
bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 10-11)
YAZAR HAKKINDA
Harun Yahya müstear
ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve
siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın
evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani
konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı
sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya
çapında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından
takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı,
-Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve
adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.